Skip to main content

Misyoner Okulunun Ulu Ağacı

                                                         
                                       Misyoner Okulunun Ulu Ağacı

Sabah saat 10:00’da söz verdiği gibi okulun bahçesindeydi. Günlerden Pazardı. Bahçeyi  heybetiyle teslim alan şemsiye ağacının altında durdu. Ağaç bir şemsiye  gibi bahçenin bir köşesini kapladığından  ona kendince bu adı vermişti. Yoksa adının bu olduğundan değil. Ortalıkta kimsecikler yoktu.  Arabadan çıkıp ağacın altındaki söbece dikilmiş hemen hemen kendi boyuna gelen taşa doğru yürüdü. Taş söbe bir şekilde yükseliyordu. Boz kahverengiye kaçan bir rengi vardı, dokunduğunda ise  mermer pürüzsüzlüğündeydi. Etrafında daire şeklinde yine aynı söbelikte ama çok daha küçük taşlar yerleştirilmişti.Buraya ilk kez Badminton oynamak için geldiğinde, hemen ilgisini çeken bu devasa ağaç ve dibindeki bu taş olmuştu. Bunda o günlerde okuduğu, ‘Sabah bölgesinde Kafatası avcılığı ve bu avcılıktan kalma kafataslarının son ikametlerini bulma törenleri Magang’la  ilgili bir kitabında etkisi vardı. Taşın etrafında şöyle bir dolaşıp, sanki üzerinde geçmişe ait bir iz bulmak ister gibi dikkatlice baktı. Oraya özenle yerleştirilmiş gibiydi ama yerden insan gücüyle kalkacak bir şeye de benzemiyordu. Kendi kendine bu gereksiz merakına gülümsedi.  Dün akşam yatağa gittiğinde yeniden kitabı eline almış, okumaya başlamıştı. Yıllarını adanın Sabah bölgesinde geçiren yerel tarihçi Peter R. Phelan’nın kitabıydı. Tarihçi, Sabah’ta kafatası avcılığının, aslında geleneksel bir şey olmadığını, zamanla dışarıdan gelen tehlikelere karşı korunmak amacıyla başladığı düşüncesindeydi. Totem taşları ya da totem direkleri olarak bilinen bu söbe taşlarında adanın yerli halkının üstüne ruhani etkileri vardı. Sırtını bu söbe taşa dayayıp, kollarını iki yana açtı ve başını gökyüzünün maviliğine doğru yükselen şemsiye ağacına çevirdi.  Ağacın sık yaprakları arasından güneş tazyikli bir su gibi gözlerinde patladı. Kapadı gözlerini.  Göz kapaklarının altında ışık ve gölge kendi oyununu oynamaya devam etti.
‘Misss, Misss, Misss..., Miiiiiisss,’ ses çalkalana çalkalana kendisini buldu. Aradan yüzyıllar geçmiş gibi geldi. Gözlerini açtığında, çıtı pıtı, orta yaşlı bir kadının iki adım ötesinde kendisini kaygılı gözlerle seyrettiğini gördü. ‘İyimisin Miss?, Spor salonunun oradan beri sesleniyorum ama sesimi duyuramadım. Hepimiz spor salonundayız. Richard spor salonunda elektriği kullanırsak para ödememizi söyledi.’ Birbirlerini Badminton günlerinde görmelerine ve arasıra çiftlerde badminton oynamalarına rağmen henüz onun adını öğrenememişlerdi. Gizli bir şeyi yaparken yakalanmış gibi utandı, ‘ bende bu bahçenin en güzel ağacına seyre dalmıştım’ dedi çabucacık. ‘Kaç  yaşında olduğunu bilen var mı?’ ‘Buraya yetmişsekiz’de geldiğimde bu ağaç hala buradaydı.’ dedi, Lousiana. Bu kasabaya geldiğinden beri kasaba halkının ‘eski ya da yaşlı anlayışının kendisiyle aynı olmadığını kavramıştı. Onlara göre yirmi yıl çok eski olabiliyordu. Geçenlerde ilk okula misyoner okulunda gitmiş olan otuzlu yaşlarındaki bir kadına ağacın kaç yaşında olduğunu sorduğunda, kadın ‘Ben seksen altıda orada okula başladığımda ağaç oradaydı. Demekki çok yaşlı bir ağaç’ diye cevap vermişti. ‘Peki dibindeki taş?’ ‘Aaa o mu, o da oradaydı. Ama niye orada bilmiyorum’ diye de eklemişti. Kasabanın çoğunluğunu oluşturan Kadazan-Dusun yerlileri geçen yüzyıla kadar pagan ve animistik inançlara sahip olmalarına rağmen, misyonerlerin halen süren çabalarıyla hemen hemen hepsi Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Üstelik kabul etmekle kalmayıp, onun ‘Kainatın yedi gün içinde yaratıldığı’efsanesine inanan, Hıristiyanlığın en ilkel biçimini seçmişlerdi.  Sanki tabiata inanmaktan ve  kaprislerine yüzlerce yıl adaklar adayıp, onu memnun etmekten usanmışlarda, bunun tam tersi olan onu da yaratan bir güce inanıp, tabiatın sunduklarına ve vermediklerine karşı nispet yapmak istemişlerdi. ‘Ne güzel bir taş. Sanki her şey özenle yerleştirilmiş gibi. Ağaçla uyum sağlasınlar diye. Sen de öyle düşünmüyor musun?’  Lousiana gülümsedi.
Spor salonuna geldiklerinde, içeride on kadar kadın heyecanla onu bekliyorlardı. Bugün ilk kez onunla birlikte yoga yapacaklardı.  Salı ve Perşembe günleri badminton oynamaya geldiklerinde bu kadınların korttaki çevikliğine ve hafifliğine hayran kalmıştı. Badmintona ilk başladıkları günlerden birinde Guy’ın raketinin dudağında patlamasıyla birlikte bu kadınların sempatisini kazanmıştı.  Belki de onlarda dudağının yarılmasından sonra onun pes edip asla badminton oynamayacağını düşünmüşler, iki hafta sonra karşılarında görünce acımayla karışık onun öğrenme azminden hoşlanmışlardı. Ondan sonra başlamıştı bu badminton ahalisinin her Salı ve Perşembe günleri sırayla onlarla badminton oynamaya başlamaları. Her oyun bir ders gibiydi. Guy’la eşleşmek yerine ya Lousiana ya da oradaki erkek oyunculardan biriyle eşleşiyor, oradan başka biri de Guy’ı alıyordu yanına. Bir süre sonra ikisi de badminton’da iyi olmaya başlamışlardı. Dudağına gelince üst dudağının ucunda halen küçük bir yarık izi kalmıştı. 

Yoga öğretmeni olduğunu duyunca çok heyecanlanmışlardı. Kasabadaki tek yoga öğretmeniydi.  Onlara ders verirmiydi? Yerli halktan öğrencileri olmuştu bir kaç ay önce. Ama her nedense bir kaç dersten sonra şevkleri azalmış bir süre sonra da hiç gelmemeye başlamışlardı. Sürücü okulunun sahibesi dans edip oynayacakmıyız diye sormuştu? Şimdilik yerli halka ders vermektense, Ada’da yaşayan yabancılara yönelik yoga hafta sonları düzenliyor, yoga’yla ilgilenenlere ise eğer isterlerse ücretsiz yoga tanıtım seanslarına katılabileceklerini söylüyordu. İşte bugünkü derste Yoga tanıtım seansıydı.  Dört badminton kortunun içinde olduğu spor salonunun aydınlık bir köşesine gittiler.  Kadınların yanlarında getirdikleri banyo havluları ve kilimleri belli aralıklarla yanyana dizip, karşılarına da kendi matını serdi, üstüne bağdaş kurup oturdu. İlk önce Yoga’yı bilip bilmediklerini sordu. ‘Yoga’yı televizyonda gördük. Bugün de deneyeceğiz’ dedi Nora kikirdeyerek. Kortta boğa gibi güçlü yorulmak bilmeyen bir kadındı. ‘ Yoga yavaş esneme hareketleri’ dedi Naleen.  ‘ Rahatlamak için iyi olduğunu duydum’ dedi arkalardan bir ses. İlk önce rahatlama pozuyla başladılar. Beş altı dakika sonra yeniden bağdaş kurup nefes hareketlerine geçtiler. Onlara Hatha Yoga’daki doğru nefes alıp vermeyi göstermeyi denedi. Arkasından Kabalabhati’ye geçtiler. Diyaframı çalıştırarak burundan nefes verme ve karın bölgesini dışarı salarak pasif nefes alma. Bunu doğru yapamayacakları konusunda korkusu olmasına rağmen,  onları düzeltmeye çalışarak iyice yıldırmak istemediğinden kendi hallerine bıraktı. Bir süre sonra güneş selamlamasını yapmak üzere ayağa kalktılar. Bir iki hareketten sonra şikayet sesleri gelmeye başladı. ‘Uff yoga badminton’dan daha zor ‘ diye mızıldandı Nora. Köprü hareketinde ‘belimi kaldıramıyorum, çok ağır’ dedi bir ses. ‘Tüm bunların hepsini yapmak zorunda değilsiniz. Vücudunuzun sesini dinleyin’ diyerek onları rahatlatmaya çalıştı.  Güney Asya’insanlarının sakin karakterini taşımalarına rağmen, badminton kişisel hırsları ortaya çıkaran bir oyundu. Yoga ise kendimizle başbaşa kaldığımız, kimseyi görmek zorunda kalmadığımız bir egzersizdi. ‘Gözlerinizi kapatmaya çalışın bu egzersizleri yaparken’ dedi. Onları daha fazla yormamak için omuz üstüne kalkma hareketinden sonra son dinlenme hareketi, ölü pozuna geçip gözlerini kapatmalarını ve vücudun zihnin tam rahatlığı için vereceği komutları zihinlerinden tekrarlamalarını ama vücutlarını olabildiğince hareketsiz tutmalarını söyledi. On beş dakika sonra ‘Om’ sesiyle doğrulup oturduklarında, bir süre sessizliklerini sürdürdüler.  Ön tarafta ona yakın oturan gençten bir kadın son dinlenme hareketi sırasında kendini çok uykulu hissettiğini, bunun hipnotizma gibi bir şey olup olmadığını sordu. Ah işte düşündüğü başına gelmişti. Daha bu sabah bahçedeki ulu ağacın altındaki söbe taşın geçmişini dürtüklemeye çalışmamış mıydı? Onlarda Yoga’nın altında bir bit yeniği arıyorlardı. Kendilerini uykulu hissetmelerinin, esneme ve gevşeme hareketlerinden sonra çok doğal olduğunu, vücudun ve beynin tam rahatlığının bir göstergesi olduğunu söyledi. Verdiği komutlarda hipnozdan öte bu son rahatlama hareketleri için beyne gönderilen sinyallerden ibaretti.

Karnını eliyle bastırarak ayağa kalktı Nora. ‘Kendimi hasta hissediyorum fazla kalamayacağım. Teşekkürler’ deyip çabuk adımlarla dışarı çıktı. Nefes hareketlerinden dolayı kendini hasta hissetmiş olmalıydı. Başta yaptığı nefes egzersizlerine bir açıklama getirmek istedi. Tüm hepsi, hafif bir baş dönmesi ve egzersizlerden dolayı eklemlerinde ağrı hissediyorlardı. ‘Ama burada yaptıklarımız, herkesin yapabileceği şeyler’dedi. Kendini suçlu hissetti. Haftanın üç günü badminton oynayan kadınların, Yoga’yı oldukça iddialı bulacaklarını düşünememişti.  Bir dahaki Pazar’a buluşmak üzere ayrıldılar. Dışarıya çık tığında sabahki güneşli hava, yerini sıkıntılı sıcak bir yağmura bırakmıştı. Ulu ağacın altındaki taş, yağmurdan ıslanmış rengi karanlık griye dönüşmütü. Elini uzatıp taşa dokunmaktan kendini alamadı.  Lousina arabasından el sallayıp başını uzattı ‘ Yine bu taş ha? Richard’a sor bu okulla ilgili herşeyi o bilir’ dedi gülerek. Niye taşı bu kadar büyütmüştü? Onların  bilmek istemediği, geçmişte kalan ölmüş bir inancın kanıtını mı bulmak istiyordu? Bir yabancı olarak buna ne hakkı vardı ki? İnançlarda doğadaki herşey gibi doğup, büyüme ve kaybolma sürecinin bir ürünü değillermiydi? Bu düşünce onu küçük bir kız çocuğuyken şahit olduğu bir yağmur duasını hatırlattı. Beş altı yaşlarında olmalıydı. Çocukluk yıllarını geçirdiğ, üzüm bağlarıyla çevrili  bir Ege köyünün altındaki, mezarlığın etrafında tüm köy halkı birikmişti. Ölüleri mezarlığa girmeden beklettikleri yerde kocaman kazanlarda yemekler pişiyordu. Aşçılardan biri ninesiydi. Beş vakit namazını kaçırmayan, şimdi düşündüğünde hayatındaki yogilerden biri olduğunu düşündüğü sessiz kadın. Keşkek kazanının altındaki ateşi harlayıp, elindeki kocaman tahta kaşıkla, keşkek yemeğini karıştırıyordu. Kadın erkek, çoluk çocuk, elleri gökyüzüne doğru açık, mezarlığın etrafında dönmeye başlamışlardı.  Bir dua mırıldanmışlarmıydı yoksa sessizce eller kabul etmeye hazır, gözler kapalı manevi bir yolculuğa mı çıkmışlardı?  O günden hatırladığı tüm halkın mevleviler gibi bu dönüşü, sonrasında ise kutsal bir şeye dokunuyormuş gibi sessizlik içinde, koca kazanlarda pişirilen yemekleri yemeleriydi. Arkasından yağmurun gelip gelmediğini hatırlamıyordu ama bir daha köy halkı böyle bir şeyi tekrarlamadı. Dahası o günkü yağmur duasını gerçekleştiren birliktelik ve huzur o yılların kuşağıyla birlikte kaybolup gitti. Taşı ve ağacı geride bırakırken, okulun emektar bakıcısı Richard’a onların geçmişine dair hiç bir şey sormamaya karar verdi. Okulun bahçesinden çıkarken bahçe kapısındaki yazıyı farketti ‘Come again, you will never walk alone’ ‘Yeniden gel. Bir daha asla yalnız yürümeyeceksin.’
İki gün sonra badminton oynamak için spor salonuna geldiklerinde, Lousiana uzun sırada bir arkadaşıyla oturmuş oynama sırasının gelmesini bekliyordu. ‘ Kendimi hasta hissettim’ dedi onu gördüğünde, ‘herkes Yoga’yı çok zor buldu. Vücudumuz alışık değil.’
‘Çok doğal böyle hissetmeniz. Zamanla alışacaksınız’dedi gülerek.  Badminton kortuna doğru ilerlerken Guy kulağına eğildi’ Senin Yoga burda tutmayacak anlaşılan. Biz  Yoga’yı karıştırmadan onlarla badminton oynamaya devam edelim’. Salı ve Perşembe günleri badminton oynamalarına rağmen, Pazar Yoga’sı bir daha gerçekleşmedi.
Turkishtale,
Kota Marudu, Sabah, Borneo
19/01/13

Comments

Popular posts from this blog

Malezya'da Müslüman Olmak ve Malezya Halklarının Çıkmazı

                                   Malezya’lı Müslüman Kadınların Çıkmazı Ma lezya’lı Müslüman kadınlar öfkeli.   Özel ve sosyal yaşamlarını etkileyen Malezya devletinin baş örtüsü baskısından kurtulmak istiyorlar. Seksenli yıllara kadar kendi bilinçlerinin göstergesi olan inançlarını, ansızın bir gün Malezya devleti baş örtüsü takarak ve islamiyete uygun bir biçimde giyinerek uygulamalarını söyledi kadınlara. Olası bir sosyalizm tehlikesine karşı İslamlaştırma politikaları Malezya’da da başlamıştı. Söylemekle kalmayıp, İlkokul birinci sınıftan itibaren tüm Müslüman çocuklar her gün bir saat islami ders alacaklar, üstüne üstlük Müslüman kız çocukları sadece İslami derslere değil, tüm derslere başları kapalı katılacaklardı. Ondan sonraki yıllarda kendilerini modern olarak niteleyen ve nüfus kağıdında ‘İslam’ yazan tüm kadınlarda dahil olmak üzere erken yaşlardan itibaren kamuya açık yerlerde   müslüman olduğunu baş örtüsüyle ve İslamiyete uygun kılık kıyafetleriyle k

Gene de Herkes Sevdiğini Öldürür

                                                                   Gene de Herkes Sevdiğini Öldürür Oscar Wilde ’ ı okuyanlar bir mantra gibi bu dizeleri ezbere bilirler ‘ Herkes öldürür sevdiğini, bu böylece biline....’ Şiirsel olarak şaibeye yer bırakmasızın güçlü, entellektüel açıdan ise bir o kadar şaibeli bir dize. Wilde belki de bu dizelerle şunu demek istiyordu: Aşkın kendisi o kadar hileli ki hedef aldığını da kirletip değiştiren bir şey.   Oscar Wilde’ın sevgilisi Alfred Douglas’la olan ilişkisinde bu kesinlikle doğruydu. Zaten şımarık olan ‘Bosie’ Wilde’ın onu bir tanrı gibi görmesiyle daha da şımarmıştı. Şiir aynı zamanda Peygamber İsa’ya ihanet eden Judas’ın öpücüğüne de atıfta bulunuyor. Wilde paradoksu seven bir yazar, şairdi ve sevdiğini öldüren bir adam da bu iki zıtın sembolünü bulmuştu. Şiir aynı zamanda Datevari bir cehennemi ve ölümcül bir cezaevi çemberini müekemmel bir biçimde betimliyor. Readıng Zindanı Baladı şiir dünyasına nadir gelen harikulade

ŞİDDETİN KISA TARİHİ

                                                        Şiddetin   Kısa Tarihi Telefonum uzun uzun çaldı. Gece yarısını çoktan geçmiş olmalıydı.   Cevap verip vermemekte bir an kararsız kaldığımdan uzandığım yerde öylece kalıp gecenin karanlığında tavanı seyrettim, bir süre sonra susacağını umarak. Susmadı çalmaya devam etti. Telefona erişmek için acele etmektense, yattığım yerden yavaş yavaş doğrulup, yan tarafımda yatmakta olan kedim Reçel’i okşadım. Beni niye rahatsız ediyorsun der gibi ‘ mmmmmmh’ diye mırıldandı. Telefonumun yanına vardığımda, benim geldiğimi sezmiş gibi telefon çalmayı kesti.   Arayan kardeşim Eliz’di.   Gecenin bu saati aradığına göre belki önemli bir şey vardı.   Aramızda beş saatlik zaman farkının olduğunun farkındaydı. Sabahı beklemektense hemen geri aradım. ‘ Ablacım aramızdaki saat farkını unutmuşum. Kusura bakma.’ diye başladı ben henüz hiç bir şey söylemeden. Önemli bir şey söyleyeceği içime doğmuş gibi, halini hatırını sormadan ‘ Ne oldu?’ diye sor