Skip to main content

Libya'dan Borneo'ya

                                              Libya’dan Borneo’ya
Kasaba meydanında Cumartesi akşamı başlayan ve kasabanın etrafındaki köylerin ahalisini erkenden kasabaya getiren haftanın en renkli pazarı Tamu’yu kaçırmamak için yatağından fırladı. Saat yedi olmuştu bile. Guy’un çarşı-pazar için uykusunu bozmayacağını bildiğinden onu uyandırmadı. Hemen şortunu ve üstüne incecik genişçe bluzunu geçirip, tahta merdivenlerden sabahın o saatinde bile ayaklarının arasında saklambaç oynayacak enerjiyi bulan  kedileri Treacle ve Marmalade’in  üstüne  basmamaya özen göstererek, sakına sakına indi. Bahçeye çıktı. Şimdiden sıcak ve nem bastırmaya başlamıştı. Güneş puslanmıştı. Nereden nereye? Kuzey Afrika’da güneşin hep gülümsediği bir kentten, nem, sıcak ve günün her saatinde aniden başlayan yağmurlar yüzünden, güneşin gölgeli yüzünü gösterdiği bir adada bulmuşlardı kendilerini. Bir iki saat içinde nem ve sıcaktan hiç kimse dışarıya çıkamaz hale gelecekti. Bisikletine atlayıp, toprak yola daldı.  Yolun iki etrafı Hindistan Cevizi ağaçlarıyla kaplanmıştı. Hindistan Cevizi ağaçlarının hemen arasından sazlıklar yükseliyordu. O yüzden olsa gerek tabiatın uçar kaçar tüm canlılarını görme şansını sahiptiler. Daha bir kaç gün önce evin kedisini bahçede kobra yılanına kafa tutarken yakalamıştı. Can havli ile eline geçen terliği birbirlerinin etrafında danseder gibi dönen hayvanlara fırlattığında, kedide bunu fırsat bilmiş kendini evin içine atmıştı.
Pazardan dönen, sırtında bambu sepeti yüklü yaşlı kadına ‘ Selamat Pagi’ diye seslendi. Kadın tanımlayamadığı başka bir dilde cevap verdi. Bacau, Murut, Rungus ya da Kadazan dilinde konuşuyor olabilirdi. Olsun onunda ona ‘Günaydın’dediğinden emindi. Kadın kendi dilinde, ‘Ehh pazara da geç kalmışsın, pazarın toplanma saati geldi, seni tembel seni..’ diyordu. Yüzündeki hınzırlıktan belliydi. O da İngilizce,’ Evet haklısın, ama yine de gidiyorum ya’ diye cevap verdi. Birbirlerine gülüşüp el sallayıp ayrıldılar.  Dar toprak yoldan, kasaba meydanına giden asfalt yola döndü. Yol kenarında alışverişlerini yapmış, ellerinde sepetleriyle köylerine gitmek üzere bekleyen bir grup kadın ve erkek ‘Hello’ diye selam verdiler. Selamlarına kocaman bir gülümsemeyle karşılık verdi. Dünyanın diğer ucu diye tanımladığı Borneo adasının Kuzey ucundaki, Sabah’ın Kota Marudu kasabasında, kasaba ‘Orang Aslı’larının arasında yaşayan bir kaç ‘Orang Putih’den bir tanesiydi. Yerli kişilerin arasında yaşayan bir beyaz kişi. Ten rengi yerlilerin tenine çok yakın olsa bile o da ‘Orang Putih’ydi onlara göre. Kuzey Afrika’nın Libya’sından apansız kaçışlarından sonra eskilerde, yağmur ormanlarının derinliklerinde pirinç hasat zamanlarında, ya da genç bir kadının kalbini kazanmak için kafatası avcılığını doğal bir alışkanlık olarak yapmış olan, bugünse modern hayatın teknolojilerini uygulamakta birbiriyle yarış eden, nazik ve zerafetli, çoğunluğu minyon yapılı, badem gözlü, güzel yüzlü  ada yerlilerinin arasında yaşamlarını sürüdürüyorlardı.
Geçen yıl Şubat ayının son Perşembe günü bir daha geri gelmemek üzere bindikleri askeri Fırkateyn’den, son kez bakmıştı Libya’nın Lăl şehri Bingazi’ye. Son kez bir sinema karesi gibi, akşamdan yağan yağmurun daha da kırmızılaştırdığı toprağın ve havanın rengini, denizin cam maviliğini, kendilerini can havliyle güvenli bir sığınağa atmak isteyen insan kalabalığını bir daha unutmamak üzere belleğine yerleştirmek istemişti. Arkada kuşları Lime ve Limon’da dahil olmak üzere herşeylerini bıraktılar. Kitapları, bilgisayarları, yıllarca gittikleri yaşadıkları yerlerden derledikleri anıları, Guy’ın yazıları ve tabloları her şey ama her şey geride kaldı. En önemlisi ise yazıp, yazıp ama bitiremediği ‘Vasiliki’ çalışması...
Fırkateyn, Lodos yüzünden devasa dalgalara dönüşmüş olan Akdeniz’in azgın sularıyla otuz altı saat boğuştuktan sonra sabahın en erken saatlerinde yükünü boşaltan bir kargo gemisi gibi onları Malta Limanına indirdi. Onları karşılamaya Britanya Akademisi’nin ‘Acil durumlar uzmanı’ Joseph gelmişti. Joseph’in neredeyse varolmayan mitolojik bir varlık olduğunu inanmaya başlamışlardı son on beş gündür. Oysa şimdi tam karşılarında enine boyuna haliyle, kel kafası ve Yorkshire aksanıyla dikilmişti. ‘Ahh, finally! Benghazi thirteen! You are here!’ ‘Bingazi on üç’. O da nereden çıkmıştı? Britanya Akademisi’nin Bingazi’nin kaosunda sıkışıp kalan son on üç kişi olmalarından kaynaklı olabilirdi. Şu Britanyalılar her duruma ad takmaya ne kadar da meraklılar? Elif’in düşüncelerini sezmiş gibi ekledi ‘ Yaaa, we call you Benghazi thirteen.’ Başını kaldırıp yanıbaşındaki Guy’ın buna tepkisini arar gibi yüzüne baktı. Guy’ın yüzü sanki bulunduğu gerçeklikten çok uzak gibiydi. Yüzü son günlerde yaşadıkları stresten ve günlerce süren uykusuzluktan iyice çekilmişti ama ilk defa gözleri sakin bir şekilde bakıyorlardı.
Joseph’in deyişiyle ‘Bingazi On üç’ diğer iki yüz sığınmacıyla birlikte Malta’nın şatafatlı otellerinden birine götürüldüler. Yeterince hırpalanıp, acıtıldıktan sonra, şımartılma vaktinin geldiği çocuklar gibi. Bir kaç gün sonra son durakları İngiltere’ye varmışlardı.
Guy İngiltere’ye göğsünden gelen kötü bir öksürükle vardı. Yorkshire’a Guy’ın seksenlik ninesinin evine vardıklarında, göğsünde sanki bir körük varmış gibi nefes alıp veriyordu. Elif son on beş gündür Guy’ın,kendini sakin kalmak için zorlamış olsa bile, içindeki stresin ve kafasının her an binbir düşünce ve paranoya ürettiğinin gayet bilincindeydi. Kendisi nasıl duygularını dondurmuşçasına soğuk bir sessizlik içinde yaşamışsa herşeyi Guy’ın hissettikleri onunkinin tam tersiydi.  Bir an Elif, Bingazi’den sağ salim çıkmış olmalarına rağmen, orada yaşadıklarının ağırlığının Guy’ı öldürebileceğinden korktu.
Guy, ninenin evine gelir gelmez kendini yatağa atıp gözlerini kapadı. Düşündüğü gibi ölüme yatmış olabilir miydi? Nine, aile doktoru’nu çağırdı. Tüm bunlar yorgunluktandı. Doğru, inatçı bir bronşit göğsünü yakalamıştı ama zamanla geçecekti. Guy, bir kaç hafta sonra eski canlılığına kavuşmaya başlamıştı. Libya’dan gelen haberler ise hiç iyi görünmüyordu. Ayaklanmalar ülkenin tüm şehirlerine yayılmış, halk birbirini kırıp geçiriyordu. Geri dönme şansları iyiden iyiye zayıflamıştı. Dahası Britanya Akademisi Libya’nın son aylardaki iyice vahimleşen durumundan dolayı çalışanların işine son vermişti. Geride bıraktıkları aidiyetlerine gelince, ev sahibine ulaşamadıkları gerekçesiyle sorumluluğu üstünden atmıştı. Bunları duyduğunda, tuhaf bir şekilde üstünde bir hafiflik hissetti. İşte olmuştu, onlarında başına gelmişti. Bir felaket anında canları dışında onları betimleyen herşeyi kaybetmişlerdi. Hissettiklerini henüz Guy’la paylaşmış değildi. Guy’ın halen, akrilik ve sulu boya resimlerinin, Trablus’un daracık sokağındaki başını eğip sessizce konuşan antikacı’dan aldıkları kilimlerin ve Elif için aldığı Marakeş aynasının, Türkiye’den getirdikleri çinilerin ve diğerlerinin bir şekilde kendilerine ulaşabileceğine dair umutları vardı.
Bir akşam nine, daha öncesinden defalarca seyrettiği, Jane Austen’in televizyon uyarlaması ‘Pride and Preduce’ DVD’sini yeniden seyretmek için televizyon karşısına oturduğunda, onlarda sessizce diğer odaya geçtiler.  Zaten yaşlı kadın onların yaşadıklarına dair bir kafa karışıklığı içindeydi. Joseph onu da aramış verdiği gerekli, gereksiz bilgilerle başka bir gerçekliğe inanmasını sağlamıştı. Ah bu Holdingler! Pozitif kredi toplamak için yaşlı bir kadının aklını bile çelebiliyorlardı. Nine’nin ‘ben diğer dünyayı boyladığımda sizin olacak’ dediği Erkol yapımı yuvarlak masanın etrafına çöktüler. 
‘I have been thinking about where home is’ diye başladı Elif. ‘Bende’ dedi Guy. Onun sözünü kesmiş olmasına rağmen başka bir şey eklemedi. ‘Kendimi evde gibi hissetmiyorum burada. Burası ninenin evi. Ev deyince büyüdüğümüz geliştiğimiz, bir şeyler kattığımız ve bize bir şeyler katan yerleri düşünüyorum. Türkiye’deki büyüdüğüm ve yaşadığım yerler benim için evdi. Bath kasabası benim için evdi. Derbyshire’daki küçük köy bizim için evdi. Tüm herşeye rağmen Bingazi bizim için evdi değil mi Guy?’ ‘Biliyorum’ dedi Guy. Gözlerinde bir canlılık vardı. ‘Bende bundan bahsedecektim. Benim hissettiklerimi sen dile getirdin canım. Şimdi sıkı dur.’ Heyecanlı bir şekilde, şapırtıyla yanağına ıslak bir öpücük kondurup ayağa kalktı. Yarı aralık duran kapıdan, koridorda biri var mı diye bakıp, kapıyı kapattı. Gelip yeniden yanına çöktü. Ellerini, sıkıca iki eliyle kavradı. Gözlerinin içine bakıp ‘Borneo’ya gitmeye ne dersin?’diye sordu. Elif’in gözleri kocaman açılmıştı. ’Borneo’ diye bir fısıltı çıktı ağzından. Joseph Conrad’ın ‘Karanlığın Yüreği’ adlı kısacık ama şiirsel kitabını yazarken Borneo’nun karanlık ve gizemli yağmur ormanlarından, ve bu ormanların içinde varolan canlılardan esinlendiğini okumuştu. Onun dışında Borneo öyle gazete manşetlerine yansıyan bir yer değildi. Haritada nerede yer aldığından bile  bihaberdi. ’Ama ben bir yere ait olmaktan bahsediyordum Guy’, diyecekken vazgeçti. Borneo’nun nerede olduğunu bile bugüne kadar merak etmemiş olduğuna şaştı. Keşfedecek bir yer, öğrenecek çok şey daha vardı. Guy’ın kulaklarına yansıyan heyecanlı sesi bir ninni gibi gelmeye başlamıştı. ‘Antropolojik bir proje. Düşünebiliyormusun, bazı yerlerde yol bile yokmuş, küçük kayıklarla yol almamız gerekiyormuş.Oranguatanlar, maymunlar... Egzotik meyveler... Hala ormanın derinliklerinde yaşayan yerliler, yüzlerce dil, yüzlerce din...’
Kota Marudu kasabası, Marudu körfezine on kilometre ötede, sazlıklarla kaplı içinden bir kaç nehrin geçtiği, zaman zamanda bu nehirlerin taşıp kasabayı çamurlu sulara buladığı bir yer. Kasabanın yetmiş kilometre ötesindeki, Malezya’nın en yüksek, Sabah bölgesinde yaşayan yerli halkın kutsal Kınabalu Dağını, Sabah’ın her yerinden olduğu gibi bu küçük kasabadan da görmek mümkün. Burada yaşayan Kadazan yerlileri, Kınabalu dağını ‘Ölülerinin uçup gittiği yer’ olarak hürmet gösteriyorlar.
Pazar yeri halen kalabalık. Köşede bağdaş kurmuş, köyünden getirdiği sebzelerini satan yaşlı kadının önünde duruyor. Kadın gülümsüyor.Hemen iki elini eline alıp aşağı yukarı sallıyor, bir taraftanda ona kendi dili Bacau’ca halini hatrını soruyor. Her hafta sonu, bunu bir ritüel gibi tekrarlıyorlar. Onun, ‘bugün yanında soluk renkli adam yok, nerede?’ diye sorduğunu biliyor. İki elini kulağına koyup uyuyor gibi yapıyor. Gülüşüyorlar.
Bu küçük kasabaya geldiklerinden beri dünya politikasında bir çok şey değişmeye devam ediyor. Mısırda ayaklanmalar hala devam ederken, Suriye’de başlayan huzursuzluk bir iç savaşa dönüşmüş durumda. Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de, İngiltere’de dünya halklarını ağır bir boyunduruk altına almış olan yüzsüz ve milliyetsiz holdinglere karşı, zaman zaman insanlar sokaklara çıkacak cesareti gösterebiliyorlar. Amerika’da Los Angeles’ta Wall Street’te zenginlere, holdinglere ve ekonomik eşitsizliğe karşı  protestolar halen devam ediyor.
Geçen yıl Ekim ayında, Muammer Kaddafi, bir grup genç erkek tarafından öldürüldü. İnternette resimlerini gördüğünde, sayısız darbelere maruz kalmış, saçı sakalı çamurlara bulanmış, üstünde giydiği herşey yırtılmış, yarı çıplak, ölmek üzere olan yaşlı bir adama dönüşmüş Libya liderine karşı nedense bir acıma hissetti Elif. ‘Ben size ne yaptım? Ne yaptım?’diye tekrarlamış , çaresizlik içinde, son nefesini verene kadar. Galeyana gelmiş genç kalabalık onu linç ederken. Muammer Kaddafi’yi son kez geçen yıl Libya ihtilali ülkenin Lăl Şehrinde Bingazi’de- ona kendince bu adı vermişti- başladığında, televizyonda, elindeki ‘Yeşil Kitap’ını izleyicilere doğru sallayıp, ayaklananlara ne cezalar verileceğini konuşurken görmüştü. Sanki bir uyuşturucunun etkisi altındaymış gibiydi. Belki gerçektende ülkesindeki halktan iyice uzaklaşıp, yakın çevresinin kuklası haline gelmiş, bir balonun içinde yaşamaya başlamıştı. Ülkesine, eşitliği, özgürlüğü getirmek üzere kadife devrimini başlatıp, yıllar geçtikçe bu ideallerden uzaklaşıp, paraya teslim olan ve Trablus şehrini Bingazi’ye yeğleyip, birini şımartıp, zenginleştiren, diğerinin halkını ise kendine karşı görüp cezalandıran ve şehri kötürümleşmeye bırakan, şimdi öylesine zavallı görünen Kaddafi’nin, kırk iki yılllık iktidarının ve kendisinin neredeyse dokunulmaz bir ilah olduğuna inanan genç nesillerin ellerinde ölmesi gerekmişti, onunda aynen onlar gibi ölümlü olduğuna inanabilmeleri için.  Çocuk yaştaki genç erkekler tarafından, çamurlara bulanmış, tekmelenmiş, örselenmiş sonunda da, kafasına bir kurşun sıkılmış bir ölü. Omar’ın anlattığı bir hikayeyi hatırladı. ‘ Bir gün, Muammar Kaddafi’nin Bingazi’ye karargahına geleceğini duyduk. Günler öncesinden geçeceği yollar ayna gibi temizlendi, ağaçlar şekillice budandı, yolun üstünde bulunan dükkanlar temizlenip, boyandı. Lideri karşılayacak kalabalık sıkı güvenlik aramalarından sonra içeriye alındı. Ben de o kalabalığın içerisindeydim. Oldukça önlerde... Kaddafi, kalabalığın karşısına geçer geçmez herkes eğilip selam verdi ve yere çöktü. Bense ayakta donmuş kalmış ona dikmiştim gözlerimi. Kalabalığın içindeki güvenlik görevlilerinden, biri ‘Otur diyorum sana delimisin ne yapıyorsun? diye bağırdı’. Orada öylece durup, bizim yüreğimize korku salan ve doğduğumuzdan beri sadece Lider olarak onu bildiğimiz bu ilahi adama iyice bakmak istemiştim. Bir güvenlik görevlisi gelip omuzlarımdan aşağı bastırdı, ben de çökmeye zorlandım.’
Orta Doğu ve Arap ülkelerindeki sıcak değişimleri Batı medyası ‘Arap Baharı’diye alkışlanacak bir demokrasi özlemi olarak duyururken, İngiltere’de Yunanistan’da, Amerika’daki holdinglere  ve uçurumsal eşitsizliğe karşı olan kendi ülkelerindeki protestoları, uç gruplar ya da lümpenler diyerek, marjinalleştiriyor.  İngiltere’de protestolar sırasında bir dükkandan bir şişe su çalan bir gencin altı ay hapis cezasına çarptırıldığını okumuştu The Guardian gazetesinde.
Yaşlı kadından ayrılıp, az ilerideki yerel ilaçlar satan Lokman Hekim’in yanına gidiyor. Bir kavanoz yağın içine konulmuş bir yılan, değişik renkte ve boyda odun parçaları. Hekim bu odunlardan birini alıp ağzına sigara gibi koyup yakıyor ve tüttürmeye başlıyor. Elif’e ‘istermisin?’ diye soruyor. Sinüs problemlerine iyi gelirmiş. Guy için iyi olabilir.  Elif, odun parçasını dudaklarına götürüp dumanı içine çekiyor. Duman henüz göğsüne ulaşmadan öksürmeye başlıyor. ‘Bayağı odun işte’ diyor içinden. Adam, badem gözlerini kısıp onun tepkisine gülüyor. Tam bu sırada ansızın bir yağmur bastırıyor. Lokman Hekim’e teşekkür edip, yolun karşısındaki, ‘Cafe İslam’ın komşusu,  Çin restoranı ‘Good Luck Kedai Kopi’ye doğru koşturuyor. Oraya gidene kadar donuna kadar ıslanıyor. Tıklım tıklım dolu restoranın bir köşesinde küçük bir masa. İlk geldiklerinde tanışmış oldukları restoran çalışanlarından, Çinli ‘Kovboy’ yanında bitiyor. ‘ Ohhhooo’diyor kendine özgü bir tavırla, ‘yağmur mevsimi, şemsiyesiz dışarı çıkmayacaksın. Bundan sonra Mart ayına kadar yağmur, yağmur yine yağmur’. Arkasından bir kahkaha patlatıp, siparişini alıp gidiyor.
Telefonu çalıyor. Arayan Guy. ‘ Neredesin?’ Halbuki nerede olduğunu aşağı yukarı tahmin etmiş olması gerekir. ‘Nerede olabilirim, hayatım? Tabii ki, Kota Marudu halkı ile birlikte Tamu’da. Kota Marudu halkının haftalık ritueline eşlik ediyorum. Orada tembel tembel yatacağına, sen de gel ve buradaki enerjiyi gör.’ ‘Tamam, hemen’diyor Guy. ‘Sana da Ki-çay ısmarlayayım mı?’ ‘Yes please’ diye atılıyor, biraz daha uyanık bir sesle. Telefonu kapatıp, gelip geçen kadınları, erkekleri, masalarda çoluk çocuklarıyla yemek yiyen ahaliyi seyrediyor, onların bir an kendisine doğru merakla bakıp, sonra kendi işlerine geri döndüğünü ayrımsıyor. Hayat yeni bir ritimle başka bir yerde akmaya devam ediyor...
Turkishtale,
Ocak, 2013, Kota Marudu, Borneo

Bu yazı Libya'nın 'Arap Baharı' günlerini ve Libya'lıları bir kadının perspektifinden anlatan çalışmam 'Şehr-i Lal'den alınmıştır.      

Comments

Popular posts from this blog

Malezya'da Müslüman Olmak ve Malezya Halklarının Çıkmazı

                                   Malezya’lı Müslüman Kadınların Çıkmazı Ma lezya’lı Müslüman kadınlar öfkeli.   Özel ve sosyal yaşamlarını etkileyen Malezya devletinin baş örtüsü baskısından kurtulmak istiyorlar. Seksenli yıllara kadar kendi bilinçlerinin göstergesi olan inançlarını, ansızın bir gün Malezya devleti baş örtüsü takarak ve islamiyete uygun bir biçimde giyinerek uygulamalarını söyledi kadınlara. Olası bir sosyalizm tehlikesine karşı İslamlaştırma politikaları Malezya’da da başlamıştı. Söylemekle kalmayıp, İlkokul birinci sınıftan itibaren tüm Müslüman çocuklar her gün bir saat islami ders alacaklar, üstüne üstlük Müslüman kız çocukları sadece İslami derslere değil, tüm derslere başları kapalı katılacaklardı. Ondan sonraki yıllarda kendilerini modern olarak niteleyen ve nüfus kağıdında ‘İslam’ yazan tüm kadınlarda dahil olmak üzere erken yaşlardan itibaren kamuya açık yerlerde   müslüman olduğunu baş örtüsüyle ve İslamiyete uygun kılık kıyafetleriyle k

Gene de Herkes Sevdiğini Öldürür

                                                                   Gene de Herkes Sevdiğini Öldürür Oscar Wilde ’ ı okuyanlar bir mantra gibi bu dizeleri ezbere bilirler ‘ Herkes öldürür sevdiğini, bu böylece biline....’ Şiirsel olarak şaibeye yer bırakmasızın güçlü, entellektüel açıdan ise bir o kadar şaibeli bir dize. Wilde belki de bu dizelerle şunu demek istiyordu: Aşkın kendisi o kadar hileli ki hedef aldığını da kirletip değiştiren bir şey.   Oscar Wilde’ın sevgilisi Alfred Douglas’la olan ilişkisinde bu kesinlikle doğruydu. Zaten şımarık olan ‘Bosie’ Wilde’ın onu bir tanrı gibi görmesiyle daha da şımarmıştı. Şiir aynı zamanda Peygamber İsa’ya ihanet eden Judas’ın öpücüğüne de atıfta bulunuyor. Wilde paradoksu seven bir yazar, şairdi ve sevdiğini öldüren bir adam da bu iki zıtın sembolünü bulmuştu. Şiir aynı zamanda Datevari bir cehennemi ve ölümcül bir cezaevi çemberini müekemmel bir biçimde betimliyor. Readıng Zindanı Baladı şiir dünyasına nadir gelen harikulade

ŞİDDETİN KISA TARİHİ

                                                        Şiddetin   Kısa Tarihi Telefonum uzun uzun çaldı. Gece yarısını çoktan geçmiş olmalıydı.   Cevap verip vermemekte bir an kararsız kaldığımdan uzandığım yerde öylece kalıp gecenin karanlığında tavanı seyrettim, bir süre sonra susacağını umarak. Susmadı çalmaya devam etti. Telefona erişmek için acele etmektense, yattığım yerden yavaş yavaş doğrulup, yan tarafımda yatmakta olan kedim Reçel’i okşadım. Beni niye rahatsız ediyorsun der gibi ‘ mmmmmmh’ diye mırıldandı. Telefonumun yanına vardığımda, benim geldiğimi sezmiş gibi telefon çalmayı kesti.   Arayan kardeşim Eliz’di.   Gecenin bu saati aradığına göre belki önemli bir şey vardı.   Aramızda beş saatlik zaman farkının olduğunun farkındaydı. Sabahı beklemektense hemen geri aradım. ‘ Ablacım aramızdaki saat farkını unutmuşum. Kusura bakma.’ diye başladı ben henüz hiç bir şey söylemeden. Önemli bir şey söyleyeceği içime doğmuş gibi, halini hatırını sormadan ‘ Ne oldu?’ diye sor