Köpeğe Dokunmaktan Korkan Çocuk
Borneo’da Malezya’nın
iki eyaletinden biri olan Sabah’a geleli dört ay olmuştu. Sabah’ın kırsal
kasabalarından birisi olan Kota Marudu’ya çok ta uzak olmayan daha çok
Filipinlerden gelen ve kendilerine Bajau diyen göçmenlerin yerleştiği bir köyde
oturmaya başlamıştık. Köy Borneo’ya özgü çoğunluğu ağaç evlerden oluşan bir
köydü. Bajau’ların
hemen hemen tamamı kendilerini Müslüman ve Maley olarak tanımlıyorlardı. Buraya
gelmeden önce Borneo’nun zengin etnik kültürüyle ilgili bir kaç kitap okumuştum
ama geldiğimizden beri bu küçücük
kasabada bile Hindistanlı müslümanlar, Çin göçmeni Budistler ve Taoistler, ve
Sabahın yerlilerinden, Kadazan-Dusun ahalisinin renkli dilleri ve inançlarıyla
karşılaşmak beni yine de şaşırtıyordu. Anlayamadığım ise Filipin göçmeni bu
halkın kendilerini Maley ve müslüman olarak görmeleriydi. Bunun nedenini daha
sonra anlayacaktım.
Bu Bajau köyündeki, eve yerleşir yerleşmez
yan komşumuzun küçük oğlunun ilgisine mahsar olduk. Başta bu hoşuma gitti. ‘Ehh
sana hayranlık gösteren karşı cinsin yaşı sen yaşlandıkça küçülüyor’ diye
serzenişte bulundu içimden bir ses. Şaka
bir yana bu oğlanın ilgisi öyle bir ilgiydi ki bizimle ilgili her şeyi öğrenmek
istiyordu. Nereden geldiğimiz, nasıl yaşadığımız, ne yediğimiz, evde bizimle
birlikte yaşayan hayvanlarımıza nasıl davrandığımız…
Adı Halil’di, sekiz yaşında akıllı bir
çocuktu. Babasının söylemesine göre sadece çizgi film izleyerek İngilizceyi öğrenmişti ve ana dili gibi
kusursuz konuşuyordu. Başta annesi ve babası Halil’in bize olan merakını hoş
karşılayıp, çat kapı ziyaret etmesine ses çıkarmadılar. Biz de bir süre sonra
Halil’in bir fare kadar sessizce gidip gelmesine alışmakla birlikte rahatsızlık
da hissettik. Bazen ya çalışma masamda ya da mutfaktayken, Halil’in geldiğini ancak
başımı çevirdiğimde onu tam yanıbaşımda bulduğumda anlıyordum. Yatak odasında
da kaçış yoktu Halil’den. Bir gün banyodan çıkmış üstümdeki havluyu tam atmak
üzereyken Halil’I yatak odasına çıkan merdivenlerin başına oturmuş evin kedisi
marmelat kucağında sakin sessiz beni izlerken gördüğümde, gırtlağıma kadar
gelen çığlığı bastırıp ‘Halil içeriye girmeden önce kapıyı çal olur mu’
demiştim de o bunun üstünde bile durmayıp dalgın dalgın Marmelatı okşamaya
devam etmişti. Madem onu engelleyemeyecektim, bir süre sonra onun gelişlerini
oyuna dönüştürdüm. Halil gelir gelmez ne yapıyorsam bırakıp benimle olduğu
sürede onun seveceği bir şey yapacaktık. Bu çoğunlukla ya televizyonda bir
çizgi film ya da tahta bloklardan en yüksek kaleyi yapma oyunu oluyordu ve
genelde o kazanıyordu. Kazandığında da ev onun zafer çığlıklarıyla
yankılanıyordu. Haftada bir kaç saatimi sekiz yaşındaki şirin mi şirin bir
oğlan çocuğuyla paylaşmak harikulade bir şeydi.
Günlerden bir gün çalıştığım öğretmenlerden
biri Halil’in öğretmenini tanıdığını ve çocuğun durmaksızın evlerinde yaşayan
‘orang putih’lerden bahseder olduğunu söyledi. Orang putih yerli dilinde ‘Beyaz
Adam, yabancı’ demek. Ten rengim onların teniyle aynı olsa bile dillerini bilmediğimden
ben de Orang putih’likten payıma düşeni alıyordum. Çocuğun okulda çok fazla arkadaşı yoktu ve hem
öğretmenlerinin hemde diğer çocukların dikkatini çekmek için çok özel yabancı
(orang putih) arkadaşlarını anlatıp duruyordu onlara.
Halil’in bize özellikle benim ne yaptığıma
yönelik merakı Yoga dersi verdiğim bir hafta sonundan sonra farklı bir şeye
dönüşecekti. Yoga dersine hemen başladıktan sonra nefes egzersizleri
sırasındaydık. Sabah’ın diğer bölgelerinden on kişilik bir grup bu hafta sonunu
burada köyde bizde geçireceklerdi. Sabahın erken saatlerinde, sadece kuş
sesleri eşliğinde, evin altındaki terasta toplaşmıştık.
Oturduğum yerden Halil’in bahçe kapısını
sessizce açıp terasa doğru geldiğini gördüm. Sabahın bu saatinde kalkmış, gözlerini
oğuşturuyordu. Yoga dersinin ahengini bozmaması için parmağımı dudaklarıma
götürüp ‘şhhhhh’ dedim. O ise bununla
kani olacak bir çocuk değildi. ‘Ne yapıyorduk? Niye herkes yerlerde
yatıyorlardı? Niye tuhaf bir şekilde nefes alıp veriyorduk?’ ‘Egzersiz
yapıyoruz Halil, sende katılmak istermisin?’ Bana yakın bir yere oturmasını
işaret ettim. Halil henüz uykudan yeni uyanmıştı ama şimdiye kadar hiç görmediği
şeyler görüyordu. Gördüğü şeylerden rahatsız olmuş gibi bir hali vardı. Bir
süre bağdaş kurup yanıbaşımda oturup, bir elleriyle karınlarını tutup diğer
elleriyle göğüslerini bastırıp derin derin nefes alıp veren kadınları izledi. Nefes
egzersizlerini bitirip güneş selamlamasına geçtiğimizde Halil bizi bırakıp
gitti. İlgisini kaybetmişti, rahatlamıştım.
Hafta sonu onu bir daha görmedim.
İki gün sonra akşam yemeğine hazırlanırken
Halil sessizce fare gibi kapıda bitti. ‘Yemek yermisin?’ diye sordum. Başını iki yana salladı kesin bir şekilde. ‘Burada
yemek yiyemem, üstelik yediğim şeylerin üstünde ‘helal’ işaretinin olması
gerek’ dedi. Şaşkınlıkla gözlerimi açtım ‘bu da nereden çıktı’ der gibi ama o
oralı olmamış gibi gözlerimin içine baktı. Şimdiye kadar ona ikram ettiğim
herşeyi kabul eden çocuk birdenbire değişmişti.
Madem yemek yemeyecekti, üstünde ‘helal’
yazılı içeceklerden meyve suyu ikram ettim. Halil ‘helal’ işaretini gördüğünden
emin olduktan sonra kabul etti meyve suyunu. Bugün nedense düşünceliydi. Bizim
yemek yememizi bir süre seyrettikten sonra ‘Biliyormusunuz? Yoga haram’
dedi. Ona yoga yaptığımızı
söylememiştim. ‘Nedenmiş o Halil?’ diye sordum, şaşkınlığımı bastırarak.
‘İslami değil de ondan’, arkasından bu konuda son
noktayı koyup ‘bana başka soru sorma’ der gibi ‘İslam okulundaki öğretmenim
öyle söyledi’ diye de ekledi. İslam okulundaki öğretmenin söylediği tartışılmaz
gerçekti bu çocuğa göre. Malezya’da tüm
Müslüman çocukların okullarından sonraki saatleri İslam okullarında geçirmeleri
zorunlu. Resmi dini İslam olan aileler çocuklarını bu İslam okullarına
göndermediklerinde devlet tacizinin her türüne maruz kalabiliyorlar.
‘Halil okulda egzersiz yapıyor musun?’ diye
sordum olabildiğince yumuşak bir sesle. Cevabı ‘Evet karate öğreniyorum, beni
dövmemeleri için’ oldu. Halil farklı olduğu için diğer oğlan çocuklarının
tacizine maruz kalıyordu okulda. Buna çare bulabilmek için anne ve babası, onu
karateye başlatmışlardı. ‘Bizim yaptığımız egzersizlerde senin karatede
yaptığın hareketlere benziyor. Karate öğretmenin her hareketten önce derin nefes
al, hareketi yaparkende nefes ver diye komut vermiyor mu sana?’ diye sordum.
‘Evet ama İslam öğretmenim yoga haram dedi. Eğer o öyle dediyse doğrudur.’
‘Neden olduğunu açıkladı mı Halil’? Cevap vermek yerine iki omzunu yukarı çekip
meyve suyunu içti. Sonra telaş içinde annesinin ona sadece yarım saat izin
verdiğini, eğer geç kalırsa cezalandırılacağını söyleyip geldiği gibi gitti o
akşam.
O hafta öğretmenler için verdiğim bir yoga dersinde yeniden belirdi. Bu kez davranışlarında ilk günkü gibi merak ve şaşkınlıktan öte bizim dikkatimizi dağıtma eğilimi vardı. O gün yogayı hava yağmurlu olduğundan içeride salonda yapıyorduk. Katılanların hepsi kadın öğretmenlerdi. Halil yine çat kapı girmiş aramızda yoga matlarının üstüne basarak dolaşmaya başlamıştı. Elindeki değnekle duvarlara vuruyor, ayaklarıyla pat pat sesler çıkartıyordu. Yaptığımız yoga rütinini değiştirip ‘Halil şimdi kartal gibi uçacağız, bize katılmak istermisin?’ dedim. Bir an sessiz kalıp bizim ellerimizi olabildiğince iki yana açıp, bir o yana bir bu yana salınışımızı seyretti. Arkasından elindeki değneği hırsla yere savurdu. ‘HAYIR’ diye bağırdı, sinirlenmişti. Doğruca yanına gittim, ‘O zaman bizi rahatsız etmeni istemiyorum’. Gözlerinin içine olabildiğince sert bir biçimde baktım. İlk kez sekiz yaşındaki bir çocuğun meydan okuyan iradesiyle baş etmem gerekecekti. Kolundan sıkıca kavrayıp neredeyse sürükleyerek kapıdan çıkarıp, tekrar girmemesi için kapıyı kilitledim. Cama burnunu dayayıp bir süre bizi izleyen Halil’in bakışları altında rahatsız bir şekilde vücudumuzu bir o yana bir bu yana rahatsızlık içinde döndürüp bir süre sonra da onu tamamen unutup o günkü seansı tamamladığımızda Halil’de ortadan kaybolmuştu..
Arkasından kadınlara bu küçük oğlanın geçen
hafta sonundan beri değişen hareketinden bahsettim. Onların yorumunu merak
ediyordum? İçlerinden mini minnacık çıt kırıldım bir kadın olan Sytiana
‘Bilmiyor musun’ dedi, çabuk çabuk, oturduğu yerden bana doğru eğildi. ‘İki yıl
önce islam hocalarından biri yogayı müslümanlara yasakladı. Bak...’ eliyle bir
resme işaret edermiş gibi diğerlerini gösterdi ‘hiç birimiz müslüman değiliz.’
‘Peki, şehirdekiler?’ diye sordum, ‘bildiğim
kadarıyla yoga, Malezya’nın büyük şehirlerinde pek yaygın.’
‘Şehirlerde müslüman olmakla, kırsalda müslüman
olmak arasında fark var, Malezya’da’ dedi içlerinden diğeri, ‘mesela, kırsalda
öğretmenlik yapan bir müslüman öğretmen başını kapatmadığında vay haline ama
Kuala Lumpur’da daha farklı. Kırsalda yaşayan müslümanlar hem geleneklerin hem
de hükümetin dini politikalarının altında eziliyorlar.’
‘Mesela’ dedi Sytiana, ‘Robiyana’yı
biliyorsun. Seni çok sever. Üstelik, kendisine kalsa yoga seanslarımıza katılır
ama eminimki kocası izin vermiyor ya da bir gören olursa diye gelmiyor.’.
Şaşırmıştım. Gerçekten böyle bir fetva
mı yayınlanmıştı? Geçenlerde ki bir
olayı anımsadım. Hıristiyan rahiplerden biri tanrı yerine Allah’ı kullanmıştı
da sözüm ona önde gelen islam büyüklerinden biri fetva vermişti. ‘Başka dinlere
mensup biri ‘Allah’ kelimesini kullanamaz’ diye, ve bunun üstüne bir grup
galeyana gelmiş, Sarawak’ta bir kaç kiliseyi yakıp yüzlerce İncil’i de yok
etmişlerdi.
Halil’i zoraki olarak kapıdan çıkardıktan
sonraki bir kaç hafta boyunca görmedim. Çocuğun kalbini kırmıştım. Kendimi
affettirmek için hem de ailesinden bir şeyler öğrenebilmek için, geçen yıl
İngiltere’de benim İngiliz ninemden öğrendiğim elmalı ve bademli turtayi yapıp
kapılarını çalmaya karar verdim. Gönül almak için yemek ve yeni tatlar ikram
etmekten daha iyisi olamazdı. Bir öğleden sonrası ağaç direklerin üstüne
oturtulmuş evlerinin kapısını çaldım.Kapıyı uykulu gözlerle Halil’in annesi
açtı. ‘Bebeği sallarken bende uykuya
daldım’ dedi. Öğleden sonranın en sıcak
saatleriydi. Halil dört kızdan sonra gelen ilk erkek çocuktu. Arkasından bir
erkek çocuk daha gelir umuduyla yeniden çocuk yapmışlardı ama son gelende kız
olmuştu. Halil ve kız kardeşleri ortada
yoktu. ‘Din okulundalar’ dedi kadın.
‘Halil umarım sizi çok rahatsız etmiyordur. Sürekli sizin eve gelmek
istiyor’ dedi, elimdeki kekten gözünü alamayarak. ‘Size getirdim. Elmalı ve bademli kek’ Tartın
içine neler girdiğini tüm ayrıntılarıyla anlattıktan sonra eline tutuşturdum.
‘Ama Halil’i haftalardır görmüyorum. Merak ettim’ diye de ekledim. ‘Aaa bu
aralar ödevleri var...’ diyerek geçiştirdi.
Ondan sonraki akşam Halil ve ablası Mimi bizi
ziyarete geldi. Ev halkı tatlıyı çok beğenmişlerdi ve Mimi’yi öğrenmesi için
göndermişlerdi. Malzemeleri masanın üstüne çıkardık. Mimi elmanın kabuklarını soyup, tarçın ve
şekerle karıştırırken, Halil parmaklarını tereyağı ve una bulayıp tart
hamurunun oluşmasına katkıda bulundu.
Tartıyı hazırlayıp fırına sürdükten sonra pişmesini beklerken, hep
birlikte İngilizce kelime oyunu oynadık. Halil aramızda geçen tatsızlığı
unutmuş görünüyordu. Sonraki günlerde Halil’in sevimli ve meraklı halleri yeniden
geri gelmişti. Bunu aramızdaki
tatsızlığı çözümlediğimize yordum.
Aile, onlara yaptığım tartın iyi
karşılandığının sembolü olarak bizi bir hafta sonu akşamı Mangrov ormanlarına
geziye davet ettiler. Halil’in babası Kota Marudu orman dairesinin başındaydı.
Mangrov turizme açık olmamakla birlikte balıkçıların sıklıkla kullandıkları bir
güzergahtı ve özelikle aysız gecelerde ateş böceklerini görebilmek için
mükemmel bir zamandı. Aileden kızlar ve
baba, ben ve Guy, kayık gezisine çıkacaktık. Kızlar Halil’in gelmesini
istememişlerdi. Anne bebeği ve Halil evde kalacaklardı. Halil biraz
mızıldanmıştı ama kızlardan biri bilgisayarında oyun oynamasına izin verince, sesini
çıkarmamıştı.
Nehrin iki yakasına balıkçılar tahta direkler
üzerine kulübeler yapmışlardı. Akşamın bu alaca karanlığında bu kulübeler
doğanın içine yapılmış ıssız yalılar gibi görünüyorlardı. Beyaz boyunlu balıkçı
kralı gözümüze turkuaz mavisi bir şenlik sunarak çığlık çığlığa uçtu önümüzden.
Sevinçle ellerimizi çırptık. ‘Daha asıl manzarayı görmediniz’ dedi Abtah.
Çamurlu sular maviye büründüğünde Güney Çin
Denizine gelmiştik. Balıkçı ağını çıkardı. İleride suların cümbüş gibi parlayıp
hareket ettiğini görmüştü. Kayıktakiler
sessizce nefeslerini tuttular. O ağını savurdu. Bir süre sessizce kayığın
içinde oturduk. Balıkçı yavaş yavaş ağını toplamaya başladı. Kızlar sevinç
çığlıkları attılar. Akşam yemeği çıkmıştı. Kayık yeniden hareket etti. Bu kez
ıssız yalıların birinin önündeydik. Abtah barakanın etrafındaki ağaçları
gösterdi. Api api ağaçlarıydı ve sadece Mangrov ormanlarına özgü olan
ağaçlardı. Abtah’ın söylediğine göre ateş böceklerinin göz bebekleriydi bu
ağaçlar. Abtah zaman zaman buraya
geldiğinde geceyi burada burada geçirirmiş.‘Allah’ın yarattığı
kusursuzluklardan bir tanesi burası’ dedi.
Tuzlu sudan ve balçıktan çürümeye yüz tutmuş,
tahta merdivenleri temkinli adımlarla çıktık. Baraka balıkçıların gecelemesi
için işlevsel olarak yapılmıştı. İçeride bir odası, önde kocaman tahta bir
terası vardı. Terasın iki yanındaki
divanlara yerleşip ateş böceklerini beklemeye başladık. Yanımda oturan Guy’a baktım. Abtah’ın
davetini kabul etmek istememişti. Yaptığı resimlerinden ayrılmak istemiyordu ve
benim bu aileyle fazla içli dışlı olmaya başladığımı düşünüyordu.
Kayığa bindiğimizden itibaren ise bu
hoşnutsuzluk gitmiş yerine doğanın gözlerimize sunduğu güzelliklerin sükuneti
yerleşmişti yüzüne. Abtah yanımıza gelip Api api ağacını işaret etti
‘Bakın!’ Hep birlikte dikkat
kesildik. Karşıda bir kalbin atışı gibi
yanıp sönen bir pırıltı vardı. Çok geçmeden etrafımızı saran karanlıkla
birlikte yüzlerce binlerce milyonlarca oldular. Pırıltılar içinde kalmıştık,
elimi uzatıp bir tanesini incitmeden avucumun içine aldım. Pırr, pırrr,
pırrr... Bıraktım aynı pırıltıyla yanıp sönerek uzaklaştı.
‘Gitme zamanı’ dedi balıkçı. Sular
yükseliyordu. Sessizce kayığa bindik,
geriye nehire doğru yola koyulduk. ‘Ne kadar çok api api ağacı varmış’ diye
fısıldadım Guy’ın kulağına. Ateş böcekleri tüm nehrin iki yakasını yeni yıl
ışıkları gibi donatmışlardı. Hayatımda ilk kez böyle bir şey görüyordum.
Çocukluğumda büyüdüğüm Ege sırtlarındaki köyde bir kaç kez ateş böceklerini
gördüğüm olmuştu. Ninemin Sincan diye adlandırdığı gizemli bir çalıya
gelirlerdi.
Kıyıya geldiğimizde Halil ve annesi bizi
bekliyorlardı. Halil şimdi anlamıştı geride bırakıldığını. ‘Zaten beni hiç bir
yere götürmek istemiyorlar’ dedi gücenmiş bir sesle. Kızlar güldüler. ‘Çok
yaramazlık yapıyorsunda ondan’ dedi kızlardan biri.
………………………………..
Halil bir gün hepimizi şaşkına çevirdi. O gün
Sabah’ın başka bir kasabasından Kudat’tan bir arkadaşımız yanında küçük
köpeğiyle birlikte ziyaretimize gelmişti. Halil’in ‘benim otelim’ dediği ahşap
evimizin altındaki terasta akşamın alcakaranlığıyla biraz hafifleyen akşamın
getirdiği serinlikte oturuyorduk. Bella, Rus finosu, kahverengi tüylü, sevimli
bir köpekti. Birden bahçe kapısında dehşet
içindeki oğlanın çığlığını duyduk. ‘Uzaklaştırın o köpeği oradan’ diye
bağırıyordu, ‘bana değerse Hıristiyan olurum!!!’
Kulaklarımıza inanamamıştık ama diğer yandan
olay bize oldukça komik gelmişti. Başladık gülmeye.Halil yeniden dehşet içinde
bağırdı. ‘Alın götürün o köpeği, Hıristiyan olmak istemiyorum’. Bella, sanki
kendinden söz edildiğini anlamış gibi heyecanlanmış bahçe kapısının diğer
tarafındaki çocuğa avazı çıktığı kadar havlamaya başlamıştı. Çocuğun yüzü
gördüğü manzaranın korkunçluğunu yansıtıyordu. Söylediği cümlenin her
kelimesine yüzde yüz inanan masum bir çocuktu karşımdaki. Bahçe kapısına doğru gittim. Ağlıyordu.
‘Köpeğe dokunursam Hıristiyan olurum. Uzaklaştırın o köpeği oradan’ dedi göz
yaşları içinde mızıldanarak. Nathan,
Bella kolunun altında Halil’e doğru ilerledi. ‘Bak ne kadar sevimli birşey!
Böyle bir köpek sana zarar verebilir mi hiç?’
Çocuk evlerinin altına doğru kaçtı. ‘Köpeğe dokunulmaz. Hepiniz
Hıristiyansınız şimdi!’ diye ağlayarak, çığlık çığlığa uzaklaştı.
Şahit olduğumuz şey traji komik bir şeydi ama
çocuk tüm kalbiyle köpeğe dokunduğunda, onun inanmasını istedikleri dini kirleteceğine
üstelik bir de hıristiyanlığa geçeceğine inandırılmıştı. Böyle küçücük bir
beyni nasıl zehirleyebilirlerdi? Kimlerdi bu insanlar? Nathan, ‘kim olacak politikacılar,
onların uzantısı öğretmenler ve aileler’ dedi düşünceli bir şekilde.
Malay okullarında, dini eğitim çocuklara bir
disiplin olarak verilmekteydi. Okullarda
köpek kirli, yok edilmesi ya da yok olmaya bırakılması gereken bir varlıkmış
gibi öğretiliyordu. Nathan, geçenlerde Müslüman kadın öğretmenlerden birisiyle birlikte
ders vermişti. Ders planında köpek
çiftlik hayvanlarından biri olarak geçiyordu. Oysa, dersi ondan teslim alan
öğretmen köpeği çocuklara mağarada yaşayan bir hayvan olarak tanıtmıştı. Ama
Sabah’ın her yeri bakımsızlıktan ölmek üzere olan köpeklerle doluydu. ‘Bu bakış
açısını doğrulayan bir şey’ dedi Nathan. ‘Köpekleri tamamen yok sayıyarlar,
öldürüyorlar, aç bırakıyorlar. Köpekler
insanların arasında ama onlara uzak yaşıyorlar. Üstüne üstlük bakımsızlıktan ve
sıcaktan deri hastalıklarına da yakalanıyorlar.
Ben hayatımda insanlardan bu kadar korkan köpeklere başka yerlerde
rastlamadım. Yarı vahşi ve perişan bir şekilde dolaşıyorlar ortalıklarda.’
Bu olaydan sonra Halil’i aylar boyunca
görmedik. Babası birgün çıkıp geldi. Planlarımızı merak ediyordu. Kota
Marudu’da kalmaya devam edecek miydik?
Önümüzdeki ay çalıştığımız proje bitiyordu ve arkasından devam ederse
belki başka bir kasabaya gidecektik. ‘Halil nasıl?’ diye sordum, uzun zamandır
kendisini görmemiştik. ‘Halil’in biraz
kafası karışık. Okulda problemleri var’ dedi.
‘Abtah bey’ diye başladım, karşımdakine ders verir gibi konuşmak hiç
hoşlanmadığım bir şeydir ama ilk defa benimle arkadaş olmak istemiş olan bir
çocugun eğritilip bükülmesine ve bir kalıba sokulmasına itirazım vardı. ‘Halil
inanılmaz zeki ama aynı zamanda duyarlı ve sorular soran bir çocuk. Sorular
sormasına yardımcı olun yoksa çok mutsuz bir çocuk olacak...’ Abtah hiç bir
yorum yapmadan başını salladı.
Bir daha Halil’i görmedik. Eylül sonunda evi
boşaltıp çıktığımızda Abtah ve eşi bize veda etmek için ayak üstü uğradılar.
Halil okuldaydı. O akşam Kota Kınabalu’da kalıp ertesi günü uçacaktık. Projede
çalışan diğerleriyle kaldığımız otelde bir şeyler içmek için buluştuğumuzda
telefonum çaldı. Arayan Abtah’ydı. ‘Halil’ dedi ‘sizinle konuşmak istiyor’.
Cılız bir oğlan çocuğu sesi kulaklarıma doldu; ‘Elifff… Eliff…. Ben okuldaydım,
görmedim gittiğinizi’ sesi titriyordu, ‘ama çocuklar ben sizi çok özleyeceğim’
diyordu. ‘Belki bir gün bir yerde buluşuruz Halil, belki büyüdüğünde Avrupa’ya
ya da Türkiye’ye gelirsin, kimbilir...?’ Bir kaç saniye hiç bir ses gelmedi telefonun
ahizesinden ‘Kim bilir’ diye mırıldandı bir süre sonra, büyümüşte küçülmüş
bilge bir ses tonuyla…
A.G.C,
Sekinchan, Malaysia, Mart,2016
Comments
Post a Comment