Skip to main content

Köpeğe Dokunmaktan Korkan Çocuk




                       Köpeğe Dokunmaktan Korkan Çocuk
Borneo’da Malezya’nın iki eyaletinden biri olan Sabah’a geleli dört ay olmuştu. Sabah’ın kırsal kasabalarından birisi olan Kota Marudu’ya çok ta uzak olmayan daha çok Filipinlerden gelen ve kendilerine Bajau diyen göçmenlerin yerleştiği bir köyde oturmaya başlamıştık. Köy Borneo’ya özgü çoğunluğu ağaç evlerden oluşan bir köydü.  Bajau’ların hemen hemen tamamı kendilerini Müslüman ve Maley olarak tanımlıyorlardı. Buraya gelmeden önce Borneo’nun zengin etnik kültürüyle ilgili bir kaç kitap okumuştum ama  geldiğimizden beri bu küçücük kasabada bile Hindistanlı müslümanlar, Çin göçmeni Budistler ve Taoistler, ve Sabahın yerlilerinden, Kadazan-Dusun ahalisinin renkli dilleri ve inançlarıyla karşılaşmak beni yine de şaşırtıyordu. Anlayamadığım ise Filipin göçmeni bu halkın kendilerini Maley ve müslüman olarak görmeleriydi. Bunun nedenini daha sonra anlayacaktım.  
Bu Bajau köyündeki, eve yerleşir yerleşmez yan komşumuzun küçük oğlunun ilgisine mahsar olduk. Başta bu hoşuma gitti. ‘Ehh sana hayranlık gösteren karşı cinsin yaşı sen yaşlandıkça küçülüyor’ diye serzenişte bulundu içimden bir ses.  Şaka bir yana bu oğlanın ilgisi öyle bir ilgiydi ki bizimle ilgili her şeyi öğrenmek istiyordu. Nereden geldiğimiz, nasıl yaşadığımız, ne yediğimiz, evde bizimle birlikte yaşayan hayvanlarımıza nasıl davrandığımız…
Adı Halil’di, sekiz yaşında akıllı bir çocuktu. Babasının söylemesine göre sadece çizgi film izleyerek İngilizceyi öğrenmişti ve ana dili gibi kusursuz konuşuyordu. Başta annesi ve babası Halil’in bize olan merakını hoş karşılayıp, çat kapı ziyaret etmesine ses çıkarmadılar. Biz de bir süre sonra Halil’in bir fare kadar sessizce gidip gelmesine alışmakla birlikte rahatsızlık da hissettik. Bazen ya çalışma masamda ya da mutfaktayken, Halil’in geldiğini ancak başımı çevirdiğimde onu tam yanıbaşımda bulduğumda anlıyordum. Yatak odasında da kaçış yoktu Halil’den. Bir gün banyodan çıkmış üstümdeki havluyu tam atmak üzereyken Halil’I yatak odasına çıkan merdivenlerin başına oturmuş evin kedisi marmelat kucağında sakin sessiz beni izlerken gördüğümde, gırtlağıma kadar gelen çığlığı bastırıp ‘Halil içeriye girmeden önce kapıyı çal olur mu’ demiştim de o bunun üstünde bile durmayıp dalgın dalgın Marmelatı okşamaya devam etmişti. Madem onu engelleyemeyecektim, bir süre sonra onun gelişlerini oyuna dönüştürdüm. Halil gelir gelmez ne yapıyorsam bırakıp benimle olduğu sürede onun seveceği bir şey yapacaktık. Bu çoğunlukla ya televizyonda bir çizgi film ya da tahta bloklardan en yüksek kaleyi yapma oyunu oluyordu ve genelde o kazanıyordu. Kazandığında da ev onun zafer çığlıklarıyla yankılanıyordu. Haftada bir kaç saatimi sekiz yaşındaki şirin mi şirin bir oğlan çocuğuyla paylaşmak harikulade bir şeydi.
Günlerden bir gün çalıştığım öğretmenlerden biri Halil’in öğretmenini tanıdığını ve çocuğun durmaksızın evlerinde yaşayan ‘orang putih’lerden bahseder olduğunu söyledi. Orang putih yerli dilinde ‘Beyaz Adam, yabancı’ demek. Ten rengim onların teniyle aynı olsa bile dillerini bilmediğimden ben de Orang putih’likten payıma düşeni alıyordum.  Çocuğun okulda çok fazla arkadaşı yoktu ve hem öğretmenlerinin hemde diğer çocukların dikkatini çekmek için çok özel yabancı (orang putih) arkadaşlarını anlatıp duruyordu onlara. 
Halil’in bize özellikle benim ne yaptığıma yönelik merakı Yoga dersi verdiğim bir hafta sonundan sonra farklı bir şeye dönüşecekti. Yoga dersine hemen başladıktan sonra nefes egzersizleri sırasındaydık. Sabah’ın diğer bölgelerinden on kişilik bir grup bu hafta sonunu burada köyde bizde geçireceklerdi. Sabahın erken saatlerinde, sadece kuş sesleri eşliğinde, evin altındaki terasta toplaşmıştık.
Oturduğum yerden Halil’in bahçe kapısını sessizce açıp terasa doğru geldiğini gördüm. Sabahın bu saatinde kalkmış, gözlerini oğuşturuyordu. Yoga dersinin ahengini bozmaması için parmağımı dudaklarıma götürüp ‘şhhhhh’ dedim.  O ise bununla kani olacak bir çocuk değildi. ‘Ne yapıyorduk? Niye herkes yerlerde yatıyorlardı? Niye tuhaf bir şekilde nefes alıp veriyorduk?’ ‘Egzersiz yapıyoruz Halil, sende katılmak istermisin?’ Bana yakın bir yere oturmasını işaret ettim. Halil henüz uykudan yeni uyanmıştı ama şimdiye kadar hiç görmediği şeyler görüyordu. Gördüğü şeylerden rahatsız olmuş gibi bir hali vardı. Bir süre bağdaş kurup yanıbaşımda oturup, bir elleriyle karınlarını tutup diğer elleriyle göğüslerini bastırıp derin derin nefes alıp veren kadınları izledi. Nefes egzersizlerini bitirip güneş selamlamasına geçtiğimizde Halil bizi bırakıp gitti.  İlgisini kaybetmişti, rahatlamıştım. Hafta sonu onu bir daha görmedim.
İki gün sonra akşam yemeğine hazırlanırken Halil sessizce fare gibi kapıda bitti.  ‘Yemek yermisin?’ diye sordum.  Başını iki yana salladı kesin bir şekilde. ‘Burada yemek yiyemem, üstelik yediğim şeylerin üstünde ‘helal’ işaretinin olması gerek’ dedi. Şaşkınlıkla gözlerimi açtım ‘bu da nereden çıktı’ der gibi ama o oralı olmamış gibi gözlerimin içine baktı. Şimdiye kadar ona ikram ettiğim herşeyi kabul eden çocuk birdenbire değişmişti.
Madem yemek yemeyecekti, üstünde ‘helal’ yazılı içeceklerden meyve suyu ikram ettim. Halil ‘helal’ işaretini gördüğünden emin olduktan sonra kabul etti meyve suyunu. Bugün nedense düşünceliydi. Bizim yemek yememizi bir süre seyrettikten sonra ‘Biliyormusunuz? Yoga haram’ dedi.  Ona yoga yaptığımızı söylememiştim. ‘Nedenmiş o Halil?’ diye sordum, şaşkınlığımı bastırarak.
‘İslami değil de ondan’, arkasından bu konuda son noktayı koyup ‘bana başka soru sorma’ der gibi ‘İslam okulundaki öğretmenim öyle söyledi’ diye de ekledi. İslam okulundaki öğretmenin söylediği tartışılmaz gerçekti bu çocuğa göre.  Malezya’da tüm Müslüman çocukların okullarından sonraki saatleri İslam okullarında geçirmeleri zorunlu. Resmi dini İslam olan aileler çocuklarını bu İslam okullarına göndermediklerinde devlet tacizinin her türüne maruz kalabiliyorlar.
‘Halil okulda egzersiz yapıyor musun?’ diye sordum olabildiğince yumuşak bir sesle. Cevabı ‘Evet karate öğreniyorum, beni dövmemeleri için’ oldu. Halil farklı olduğu için diğer oğlan çocuklarının tacizine maruz kalıyordu okulda. Buna çare bulabilmek için anne ve babası, onu karateye başlatmışlardı. ‘Bizim yaptığımız egzersizlerde senin karatede yaptığın hareketlere benziyor. Karate öğretmenin her hareketten önce derin nefes al, hareketi yaparkende nefes ver diye komut vermiyor mu sana?’ diye sordum. ‘Evet ama İslam öğretmenim yoga haram dedi. Eğer o öyle dediyse doğrudur.’
‘Neden olduğunu açıkladı mı Halil’?  Cevap vermek yerine iki omzunu yukarı çekip meyve suyunu içti. Sonra telaş içinde annesinin ona sadece yarım saat izin verdiğini, eğer geç kalırsa cezalandırılacağını söyleyip geldiği gibi gitti o akşam.

O hafta öğretmenler için verdiğim bir yoga dersinde yeniden belirdi. Bu kez davranışlarında ilk günkü gibi merak ve şaşkınlıktan öte bizim dikkatimizi dağıtma eğilimi vardı.  O gün yogayı hava yağmurlu olduğundan içeride salonda yapıyorduk. Katılanların hepsi kadın öğretmenlerdi. Halil yine çat kapı girmiş aramızda yoga matlarının üstüne basarak dolaşmaya başlamıştı. Elindeki değnekle duvarlara vuruyor, ayaklarıyla pat pat sesler çıkartıyordu.  Yaptığımız yoga rütinini değiştirip ‘Halil şimdi kartal gibi uçacağız, bize katılmak istermisin?’ dedim. Bir an sessiz kalıp bizim ellerimizi olabildiğince iki yana açıp, bir o yana bir bu yana salınışımızı seyretti. Arkasından elindeki değneği hırsla yere savurdu. ‘HAYIR’ diye bağırdı, sinirlenmişti. Doğruca yanına gittim, ‘O zaman bizi rahatsız etmeni istemiyorum’. Gözlerinin içine olabildiğince sert bir biçimde baktım. İlk kez sekiz yaşındaki bir çocuğun meydan okuyan iradesiyle baş etmem gerekecekti. Kolundan sıkıca kavrayıp neredeyse sürükleyerek kapıdan çıkarıp, tekrar girmemesi için kapıyı kilitledim. Cama burnunu dayayıp bir süre bizi izleyen Halil’in bakışları altında rahatsız bir şekilde vücudumuzu bir o yana bir bu yana rahatsızlık içinde döndürüp bir süre sonra da onu tamamen unutup o günkü seansı tamamladığımızda Halil’de ortadan kaybolmuştu..
Arkasından kadınlara bu küçük oğlanın geçen hafta sonundan beri değişen hareketinden bahsettim. Onların yorumunu merak ediyordum? İçlerinden mini minnacık çıt kırıldım bir kadın olan Sytiana ‘Bilmiyor musun’ dedi, çabuk çabuk, oturduğu yerden bana doğru eğildi. ‘İki yıl önce islam hocalarından biri yogayı müslümanlara yasakladı. Bak...’ eliyle bir resme işaret edermiş gibi diğerlerini gösterdi ‘hiç birimiz müslüman değiliz.’
‘Peki, şehirdekiler?’ diye sordum, ‘bildiğim kadarıyla yoga, Malezya’nın büyük şehirlerinde pek yaygın.’ 
‘Şehirlerde müslüman olmakla, kırsalda müslüman olmak arasında fark var, Malezya’da’ dedi içlerinden diğeri, ‘mesela, kırsalda öğretmenlik yapan bir müslüman öğretmen başını kapatmadığında vay haline ama Kuala Lumpur’da daha farklı. Kırsalda yaşayan müslümanlar hem geleneklerin hem de hükümetin dini politikalarının altında eziliyorlar.’
‘Mesela’ dedi Sytiana, ‘Robiyana’yı biliyorsun. Seni çok sever. Üstelik, kendisine kalsa yoga seanslarımıza katılır ama eminimki kocası izin vermiyor ya da bir gören olursa diye gelmiyor.’. Şaşırmıştım.  Gerçekten böyle bir fetva mı yayınlanmıştı?  Geçenlerde ki bir olayı anımsadım. Hıristiyan rahiplerden biri tanrı yerine Allah’ı kullanmıştı da sözüm ona önde gelen islam büyüklerinden biri fetva vermişti. ‘Başka dinlere mensup biri ‘Allah’ kelimesini kullanamaz’ diye, ve bunun üstüne bir grup galeyana gelmiş, Sarawak’ta bir kaç kiliseyi yakıp yüzlerce İncil’i de yok etmişlerdi.
Halil’i zoraki olarak kapıdan çıkardıktan sonraki bir kaç hafta boyunca görmedim. Çocuğun kalbini kırmıştım. Kendimi affettirmek için hem de ailesinden bir şeyler öğrenebilmek için, geçen yıl İngiltere’de benim İngiliz ninemden öğrendiğim elmalı ve bademli turtayi yapıp kapılarını çalmaya karar verdim. Gönül almak için yemek ve yeni tatlar ikram etmekten daha iyisi olamazdı. Bir öğleden sonrası ağaç direklerin üstüne oturtulmuş evlerinin kapısını çaldım.Kapıyı uykulu gözlerle Halil’in annesi açtı.  ‘Bebeği sallarken bende uykuya daldım’ dedi.  Öğleden sonranın en sıcak saatleriydi. Halil dört kızdan sonra gelen ilk erkek çocuktu. Arkasından bir erkek çocuk daha gelir umuduyla yeniden çocuk yapmışlardı ama son gelende kız olmuştu.  Halil ve kız kardeşleri ortada yoktu. ‘Din okulundalar’ dedi kadın.  ‘Halil umarım sizi çok rahatsız etmiyordur. Sürekli sizin eve gelmek istiyor’ dedi, elimdeki kekten gözünü alamayarak.  ‘Size getirdim. Elmalı ve bademli kek’ Tartın içine neler girdiğini tüm ayrıntılarıyla anlattıktan sonra eline tutuşturdum. ‘Ama Halil’i haftalardır görmüyorum. Merak ettim’ diye de ekledim. ‘Aaa bu aralar ödevleri var...’ diyerek geçiştirdi.
Ondan sonraki akşam Halil ve ablası Mimi bizi ziyarete geldi. Ev halkı tatlıyı çok beğenmişlerdi ve Mimi’yi öğrenmesi için göndermişlerdi. Malzemeleri masanın üstüne çıkardık.  Mimi elmanın kabuklarını soyup, tarçın ve şekerle karıştırırken, Halil parmaklarını tereyağı ve una bulayıp tart hamurunun oluşmasına katkıda bulundu.  Tartıyı hazırlayıp fırına sürdükten sonra pişmesini beklerken, hep birlikte İngilizce kelime oyunu oynadık. Halil aramızda geçen tatsızlığı unutmuş görünüyordu. Sonraki günlerde Halil’in sevimli ve meraklı halleri yeniden geri gelmişti.  Bunu aramızdaki tatsızlığı çözümlediğimize yordum. 
Aile, onlara yaptığım tartın iyi karşılandığının sembolü olarak bizi bir hafta sonu akşamı Mangrov ormanlarına geziye davet ettiler. Halil’in babası Kota Marudu orman dairesinin başındaydı. Mangrov turizme açık olmamakla birlikte balıkçıların sıklıkla kullandıkları bir güzergahtı ve özelikle aysız gecelerde ateş böceklerini görebilmek için mükemmel bir zamandı.  Aileden kızlar ve baba, ben ve Guy, kayık gezisine çıkacaktık. Kızlar Halil’in gelmesini istememişlerdi. Anne bebeği ve Halil evde kalacaklardı. Halil biraz mızıldanmıştı ama kızlardan biri bilgisayarında oyun oynamasına izin verince, sesini çıkarmamıştı. 

Köye bir kilometre ötede kimsenin iskele olduğunu anlayamacağı bir nehir kıyısından bizi bekleyen balıkçı kayığına bindik.  Gün batımıydı. Halil’in babası Abtah, Kota Marudu Mangrov ormanlarının Sabah sularının içindeki diğer ormanlara göre daha bakir ve zengin olduğunu anlattı, biz ilk defa gördüğümüz bu doğa harikasına hayranlıkla seyrederken. Nehir geniş, suyu bulanık ve iki tarafı Mangrov ağaçlarıyla kaplıydı. Kızlardan biri ‘bazen timsahlar oluyor bu nehirde’ diye fısıldadı kulağıma.  Kayık yol almaya başlar başlamaz ilk gözümüze çarpan Mangrov ormanlarına özgü olan maymunlar oldu. ‘Makaklar’ dedi Abtah, ‘deniz kabukları ve balçık içindeki canlılarla besleniyorlar.’  Kızlar heyecan içinde birbirlerine sus pus işareti yaptılar. İleride bir su samuru ailesini kendilerine ziyafet çekerken görmüşlerdi. Balıkçı kayığın motorunu kapattı, olabildiğince yavaş yaklaşmamıza rağmen, bizim farkımıza varan su samurları anında ağaçların arkasında kayboldular.  Orada su samurlarının yeniden ortaya çıkmasını beklerken, başımızın üstünde bir balıkçı kartalı daire çizerek uçmaya başladı.  Suların çekilmesinden yararlanıp balçıkların üstünde akşam yemeğini arayan Makakların eşliğinde yavaşça yol aldık.
Nehrin iki yakasına balıkçılar tahta direkler üzerine kulübeler yapmışlardı. Akşamın bu alaca karanlığında bu kulübeler doğanın içine yapılmış ıssız yalılar gibi görünüyorlardı. Beyaz boyunlu balıkçı kralı gözümüze turkuaz mavisi bir şenlik sunarak çığlık çığlığa uçtu önümüzden. Sevinçle ellerimizi çırptık. ‘Daha asıl manzarayı görmediniz’ dedi Abtah.

Çamurlu sular maviye büründüğünde Güney Çin Denizine gelmiştik. Balıkçı ağını çıkardı. İleride suların cümbüş gibi parlayıp hareket ettiğini görmüştü.  Kayıktakiler sessizce nefeslerini tuttular. O ağını savurdu. Bir süre sessizce kayığın içinde oturduk. Balıkçı yavaş yavaş ağını toplamaya başladı. Kızlar sevinç çığlıkları attılar. Akşam yemeği çıkmıştı. Kayık yeniden hareket etti. Bu kez ıssız yalıların birinin önündeydik. Abtah barakanın etrafındaki ağaçları gösterdi. Api api ağaçlarıydı ve sadece Mangrov ormanlarına özgü olan ağaçlardı. Abtah’ın söylediğine göre ateş böceklerinin göz bebekleriydi bu ağaçlar.  Abtah zaman zaman buraya geldiğinde geceyi burada burada geçirirmiş.‘Allah’ın yarattığı kusursuzluklardan bir tanesi burası’ dedi.
Tuzlu sudan ve balçıktan çürümeye yüz tutmuş, tahta merdivenleri temkinli adımlarla çıktık. Baraka balıkçıların gecelemesi için işlevsel olarak yapılmıştı. İçeride bir odası, önde kocaman tahta bir terası vardı.  Terasın iki yanındaki divanlara yerleşip ateş böceklerini beklemeye başladık.  Yanımda oturan Guy’a baktım. Abtah’ın davetini kabul etmek istememişti. Yaptığı resimlerinden ayrılmak istemiyordu ve benim bu aileyle fazla içli dışlı olmaya başladığımı düşünüyordu.
Kayığa bindiğimizden itibaren ise bu hoşnutsuzluk gitmiş yerine doğanın gözlerimize sunduğu güzelliklerin sükuneti yerleşmişti yüzüne. Abtah yanımıza gelip Api api ağacını işaret etti ‘Bakın!’  Hep birlikte dikkat kesildik.  Karşıda bir kalbin atışı gibi yanıp sönen bir pırıltı vardı. Çok geçmeden etrafımızı saran karanlıkla birlikte yüzlerce binlerce milyonlarca oldular. Pırıltılar içinde kalmıştık, elimi uzatıp bir tanesini incitmeden avucumun içine aldım. Pırr, pırrr, pırrr... Bıraktım aynı pırıltıyla yanıp sönerek uzaklaştı.
‘Gitme zamanı’ dedi balıkçı. Sular yükseliyordu.  Sessizce kayığa bindik, geriye nehire doğru yola koyulduk. ‘Ne kadar çok api api ağacı varmış’ diye fısıldadım Guy’ın kulağına. Ateş böcekleri tüm nehrin iki yakasını yeni yıl ışıkları gibi donatmışlardı. Hayatımda ilk kez böyle bir şey görüyordum. Çocukluğumda büyüdüğüm Ege sırtlarındaki köyde bir kaç kez ateş böceklerini gördüğüm olmuştu. Ninemin Sincan diye adlandırdığı gizemli bir çalıya gelirlerdi.
Kıyıya geldiğimizde Halil ve annesi bizi bekliyorlardı. Halil şimdi anlamıştı geride bırakıldığını. ‘Zaten beni hiç bir yere götürmek istemiyorlar’ dedi gücenmiş bir sesle. Kızlar güldüler. ‘Çok yaramazlık yapıyorsunda ondan’ dedi kızlardan biri.
………………………………..
Halil bir gün hepimizi şaşkına çevirdi. O gün Sabah’ın başka bir kasabasından Kudat’tan bir arkadaşımız yanında küçük köpeğiyle birlikte ziyaretimize gelmişti. Halil’in ‘benim otelim’ dediği ahşap evimizin altındaki terasta akşamın alcakaranlığıyla biraz hafifleyen akşamın getirdiği serinlikte oturuyorduk. Bella, Rus finosu, kahverengi tüylü, sevimli bir köpekti.  Birden bahçe kapısında dehşet içindeki oğlanın çığlığını duyduk. ‘Uzaklaştırın o köpeği oradan’ diye bağırıyordu, ‘bana değerse Hıristiyan olurum!!!’
Kulaklarımıza inanamamıştık ama diğer yandan olay bize oldukça komik gelmişti. Başladık gülmeye.Halil yeniden dehşet içinde bağırdı. ‘Alın götürün o köpeği, Hıristiyan olmak istemiyorum’. Bella, sanki kendinden söz edildiğini anlamış gibi heyecanlanmış bahçe kapısının diğer tarafındaki çocuğa avazı çıktığı kadar havlamaya başlamıştı. Çocuğun yüzü gördüğü manzaranın korkunçluğunu yansıtıyordu. Söylediği cümlenin her kelimesine yüzde yüz inanan masum bir çocuktu karşımdaki.  Bahçe kapısına doğru gittim. Ağlıyordu. ‘Köpeğe dokunursam Hıristiyan olurum. Uzaklaştırın o köpeği oradan’ dedi göz yaşları içinde mızıldanarak.  Nathan, Bella kolunun altında Halil’e doğru ilerledi. ‘Bak ne kadar sevimli birşey! Böyle bir köpek sana zarar verebilir mi hiç?’  Çocuk evlerinin altına doğru kaçtı. ‘Köpeğe dokunulmaz. Hepiniz Hıristiyansınız şimdi!’ diye ağlayarak, çığlık çığlığa uzaklaştı.
Şahit olduğumuz şey traji komik bir şeydi ama çocuk tüm kalbiyle köpeğe dokunduğunda, onun inanmasını istedikleri dini kirleteceğine üstelik bir de hıristiyanlığa geçeceğine inandırılmıştı. Böyle küçücük bir beyni nasıl zehirleyebilirlerdi? Kimlerdi bu insanlar? Nathan, ‘kim olacak politikacılar, onların uzantısı öğretmenler ve aileler’ dedi düşünceli bir şekilde. 
Malay okullarında, dini eğitim çocuklara bir disiplin olarak verilmekteydi.  Okullarda köpek kirli, yok edilmesi ya da yok olmaya bırakılması gereken bir varlıkmış gibi öğretiliyordu. Nathan, geçenlerde Müslüman kadın öğretmenlerden birisiyle birlikte ders vermişti.  Ders planında köpek çiftlik hayvanlarından biri olarak geçiyordu. Oysa, dersi ondan teslim alan öğretmen köpeği çocuklara mağarada yaşayan bir hayvan olarak tanıtmıştı. Ama Sabah’ın her yeri bakımsızlıktan ölmek üzere olan köpeklerle doluydu. ‘Bu bakış açısını doğrulayan bir şey’ dedi Nathan. ‘Köpekleri tamamen yok sayıyarlar, öldürüyorlar, aç bırakıyorlar.  Köpekler insanların arasında ama onlara uzak yaşıyorlar. Üstüne üstlük bakımsızlıktan ve sıcaktan deri hastalıklarına da yakalanıyorlar.  Ben hayatımda insanlardan bu kadar korkan köpeklere başka yerlerde rastlamadım. Yarı vahşi ve perişan bir şekilde dolaşıyorlar ortalıklarda.’
Bu olaydan sonra Halil’i aylar boyunca görmedik. Babası birgün çıkıp geldi. Planlarımızı merak ediyordu. Kota Marudu’da kalmaya devam edecek miydik?  Önümüzdeki ay çalıştığımız proje bitiyordu ve arkasından devam ederse belki başka bir kasabaya gidecektik. ‘Halil nasıl?’ diye sordum, uzun zamandır kendisini görmemiştik.  ‘Halil’in biraz kafası karışık. Okulda problemleri var’ dedi.  ‘Abtah bey’ diye başladım, karşımdakine ders verir gibi konuşmak hiç hoşlanmadığım bir şeydir ama ilk defa benimle arkadaş olmak istemiş olan bir çocugun eğritilip bükülmesine ve bir kalıba sokulmasına itirazım vardı. ‘Halil inanılmaz zeki ama aynı zamanda duyarlı ve sorular soran bir çocuk. Sorular sormasına yardımcı olun yoksa çok mutsuz bir çocuk olacak...’ Abtah hiç bir yorum yapmadan başını salladı.
Bir daha Halil’i görmedik. Eylül sonunda evi boşaltıp çıktığımızda Abtah ve eşi bize veda etmek için ayak üstü uğradılar. Halil okuldaydı. O akşam Kota Kınabalu’da kalıp ertesi günü uçacaktık. Projede çalışan diğerleriyle kaldığımız otelde bir şeyler içmek için buluştuğumuzda telefonum çaldı. Arayan Abtah’ydı. ‘Halil’ dedi ‘sizinle konuşmak istiyor’. Cılız bir oğlan çocuğu sesi kulaklarıma doldu; ‘Elifff… Eliff…. Ben okuldaydım, görmedim gittiğinizi’ sesi titriyordu, ‘ama çocuklar ben sizi çok özleyeceğim’ diyordu. ‘Belki bir gün bir yerde buluşuruz Halil, belki büyüdüğünde Avrupa’ya ya da Türkiye’ye gelirsin, kimbilir...?’  Bir kaç saniye hiç bir ses gelmedi telefonun ahizesinden ‘Kim bilir’ diye mırıldandı bir süre sonra, büyümüşte küçülmüş bilge bir ses tonuyla…

A.G.C, Sekinchan, Malaysia, Mart,2016


Comments

Popular posts from this blog

Malezya'da Müslüman Olmak ve Malezya Halklarının Çıkmazı

                                   Malezya’lı Müslüman Kadınların Çıkmazı Ma lezya’lı Müslüman kadınlar öfkeli.   Özel ve sosyal yaşamlarını etkileyen Malezya devletinin baş örtüsü baskısından kurtulmak istiyorlar. Seksenli yıllara kadar kendi bilinçlerinin göstergesi olan inançlarını, ansızın bir gün Malezya devleti baş örtüsü takarak ve islamiyete uygun bir biçimde giyinerek uygulamalarını söyledi kadınlara. Olası bir sosyalizm tehlikesine karşı İslamlaştırma politikaları Malezya’da da başlamıştı. Söylemekle kalmayıp, İlkokul birinci sınıftan itibaren tüm Müslüman çocuklar her gün bir saat islami ders alacaklar, üstüne üstlük Müslüman kız çocukları sadece İslami derslere değil, tüm derslere başları kapalı katılacaklardı. Ondan sonraki yıllarda kendilerini modern olarak niteleyen ve nüfus kağıdında ‘İslam’ yazan tüm kadınlarda dahil olmak üzere erken yaşlardan itibaren kamuya açık yerlerde   müslüman olduğunu baş örtüsüyle ve İslamiyete uygun kılık kıyafetleriyle k

Gene de Herkes Sevdiğini Öldürür

                                                                   Gene de Herkes Sevdiğini Öldürür Oscar Wilde ’ ı okuyanlar bir mantra gibi bu dizeleri ezbere bilirler ‘ Herkes öldürür sevdiğini, bu böylece biline....’ Şiirsel olarak şaibeye yer bırakmasızın güçlü, entellektüel açıdan ise bir o kadar şaibeli bir dize. Wilde belki de bu dizelerle şunu demek istiyordu: Aşkın kendisi o kadar hileli ki hedef aldığını da kirletip değiştiren bir şey.   Oscar Wilde’ın sevgilisi Alfred Douglas’la olan ilişkisinde bu kesinlikle doğruydu. Zaten şımarık olan ‘Bosie’ Wilde’ın onu bir tanrı gibi görmesiyle daha da şımarmıştı. Şiir aynı zamanda Peygamber İsa’ya ihanet eden Judas’ın öpücüğüne de atıfta bulunuyor. Wilde paradoksu seven bir yazar, şairdi ve sevdiğini öldüren bir adam da bu iki zıtın sembolünü bulmuştu. Şiir aynı zamanda Datevari bir cehennemi ve ölümcül bir cezaevi çemberini müekemmel bir biçimde betimliyor. Readıng Zindanı Baladı şiir dünyasına nadir gelen harikulade

ŞİDDETİN KISA TARİHİ

                                                        Şiddetin   Kısa Tarihi Telefonum uzun uzun çaldı. Gece yarısını çoktan geçmiş olmalıydı.   Cevap verip vermemekte bir an kararsız kaldığımdan uzandığım yerde öylece kalıp gecenin karanlığında tavanı seyrettim, bir süre sonra susacağını umarak. Susmadı çalmaya devam etti. Telefona erişmek için acele etmektense, yattığım yerden yavaş yavaş doğrulup, yan tarafımda yatmakta olan kedim Reçel’i okşadım. Beni niye rahatsız ediyorsun der gibi ‘ mmmmmmh’ diye mırıldandı. Telefonumun yanına vardığımda, benim geldiğimi sezmiş gibi telefon çalmayı kesti.   Arayan kardeşim Eliz’di.   Gecenin bu saati aradığına göre belki önemli bir şey vardı.   Aramızda beş saatlik zaman farkının olduğunun farkındaydı. Sabahı beklemektense hemen geri aradım. ‘ Ablacım aramızdaki saat farkını unutmuşum. Kusura bakma.’ diye başladı ben henüz hiç bir şey söylemeden. Önemli bir şey söyleyeceği içime doğmuş gibi, halini hatırını sormadan ‘ Ne oldu?’ diye sor