Bir Orangutan Hikayesi
İzleyenleri tek tek gözden geçirdi. İki ağacın arasına gerilmiş bir halatın
üstündeydi. Onunla birlikte seyredenlere annesi babası olduğunu düşündürten iki
büyük ve buluğ çağında bir tanesi daha onunla birlikteydi. Buluğ çağındaki daha
koyu renkli ve somurtkan görünümlüydü. Hareketlerinden sanki bir şeylere
sinirlenmişti ya da bulunduğu yerden memnun değildi. Belki de çiftin daha
önceki yavrularıydı ve kardeşinin gelişiyle kendisini dışlanmış hissetmişti.
İki eliyle halatı tutup iki kez havada döndü seyircilerin başlarının üstünden
iki metre ötedeki direğin tepesine atladı. Kalabalık grup hep birlikte ellerine
ağızlarına götürdüler ama çığlık atmadan edemediler. Somurtkan olanı kalabalığın
heyecanını bir süre izleyip, elleriyle yere tokmak gibi vura vura yakındaki
binanın pencere pervazına çıkıp sırtını kalabalığa dönüp oturdu. Büyüklerden
biri genç yavruya ulaşıp, bir çanta gibi kolunun altına sıkıştırıp teli bir
akrobat gibi kullanarak yağmur ormanlarının en yaşlı ağaçlarından biri olan
demir ağacına ulaştı, ağacın gövdesini bir kaydırak gibi kullanıp dibine kaydı,
sırtını ağacın rahat ve geniş gövdesine dayayıp yavrusunun tüylerini tek tek
gözden geçirmeye başladı. Tüm bunları kalabalığın gördükleri şeyin nadirliğine
inanamayan şaşkın bakışları altında tam
bir sessizlik içinde yapmıştı.
Kalabalığın seyrettiği ve kalplerinin kendilerine en
yakın bir canlının yavrusuna gösterdiği sevgiyle eridiğini, yavrusunun
tüylerini tek tek temizleyen anne Orangutan fark etmiş miydi? Yoksa onun için
orada fotoğraf makinalarıyla saatlerce bekleyen insan grubu, çitlere zaman
zaman uçmalarına ara vermek için konan kuşlar gibi miydi? ‘İşte gözlerinin
üzerine çık çık çık diye ses çıkaran sevimsiz bir şeyle kapatmış, iki ayakları
üstünde hiç de zerafetli bir şekilde hareket etmeyen bir canlı grubu küçüğüm.
Üstelik ara sıra pek de çirkin bir ses çıkarıyorlar. Buralarda onları doğal ortamında bulamıyoruz
ama buraya gelip, hayatlarında gördükleri tek şeymişiz gibi bizi izliyorlar bir
süre. Onları doğal ortamında görmememize
rağmen bizim yaşadığımız yerler iyice küçülüp, yok oluyor.’ Anne Orangutan yavrusunun kızıl tüylerinin
arasından bulduğu bir paraziti kalabalığa doğru uzattı ve silkeledi.
Yavru Orangutan annesinden gördüğü ilgiden sıkılıp,
atletik hareketlerle somurtkan olanın yanına ulaştı. Diğeri hala sırtı
kalabalığa dönmüş tam bir meditasyon sessizliği içindeydi. Küçük olanı
annesinin endişeli bakışları altında diğerinin sırtına tırmanıp, başından
kucağına yuvarlandı. Somurtkan ve asi görünen, küçüğe kayıtsız görünmesine
rağmen düşeceği kaygısıyla kolunu genişçe açıp kucağına oturmasına yardımcı
oldu. Bir süre ikiside sırtları kalabalığa dönük oturdular. Kalabalıktan bir kısım bebek
orangutanı göremediklerinden ‘hışt, hışt’ diye seslenip, biraz sonra da ilgilerini
kaybedip uzaklaşmaya başlamışlardı. ‘ Şu gördüğün canlılara sevimli görünme,
incinirsin küçüğüm’ diye fısıldadı somurtkan olanı. ‘ Mademki, somurtkanlığıma
rağmen bana geldin, sana bir hikaye anlatacağım. Bu hikaye benim hikayem olduğu
kadar seninde geleceğini ilgilendiriyor.
Sakın üzülme, benim gibi depresyona girme ama anlatacağım hikaye bizim
umutsuz hikayemiz ama bizi seyreden şu sevimsiz canlılarında aç gözlülükten kör
olmuş gözlerinin hikayesi. Belki de o yüzden buraya bizi seyretmeye
geldiklerinde gözlerinin üstünü çık çık sesi çıkaran ve bizi rahatsız eden o
şeylerle örtmeleri. Küçüksün, büyük
alanlara ihtiyacın yok şimdi ama büyüdüğünde bu çitlerle çevrili alan sana dar
gelecek. Aynı annene babana ve bana dar geldiği gibi.’
Yavru orangutan kocaman ağzını öpermiş gibi diğerinin
yüzüne yaklaştırdı. Diğeri aynı sakinliğini sürdürdü. ‘ Beş ya da altı yıl önce
senin yaşında ya var ya yoktum. O yaştaki küçücük gözlerime dipsiz, uçsuz
bucaksız gelen yağmur ormanında, ağaçtan ağaca zıpladığımız, bir gün bal
ağacının en yüksek dallarında, diğer gün demir ağacının sık koyu yapraklı kollarında beşik gibi sallandığımız mutlu
zamanlardı. Yiyecek boldu ya da bana öyle geliyordu. Öyle ya annemin
yanındaydım, beni koruyan diğerleri vardı yanımda. Grubumuzda sayımız altıydı. En küçükleri ise
bendim. Aynen senin gibi kaygısız,
endişelerden uzaktım, beni sevenlerin şefkatiyle sarılıp sarmalanmıştım.’
Çitin diğer tarafındaki seyirciler, küçük orangutanı
gözden yitirmişlerdi. Anne Orangutan bir süre somurtkan genç orangutanla,
küçüğü seyredip, küçüğe bir zarar gelmeyeceğine kani olmuş olmalıki demir
ağacının dalları arasında kaybolmuştu. Eşi ise öğlenin bastıran sıcağını fırsat
bilip ağaçların karanlık köşelerine doğru çoktan siestaya çekilmişti. Seyirciler
ise kendilerine yüz vermeyen orangutanın hareketsiz sırtını seyretmekten
sıkılmışlar son kalanlarda uzaklaşmaya başlamışlardı.
Arkalarında olup bitene tamamen kayıtsız pencere pervazındaki
oturumlarına devam ettiler. ‘ Bu mutluluk çok uzun sürmedi’ diye devam etti
somurtkan olanı, ‘ Bir akşam vakti, beslenme zamanımızda hepimiz uğultu gibi
yayıla yayıla gelen bir gürültü duyduk. İçimizden biri demir ağacının yüksek
dallarına çıktı. Şu çitin diğer yanında
gördüklerinden olanlar, ellerinde zzzzzz diye ses çıkaran şeylerle ağaçları
kökünden deviriyorlardı. Yüzleri maskeli korkunç görünümlüydüler. Bazıları
kesilen ağaçları devasa araçlara yüklüyorlardı. Başlarında maskeli olmayan
bugün gördüğümüz canlılar gibi örtünmüş olanlar da vardı. O kadar yanımıza gelmişlerdi ki, panik içinde
annem beni sırtına attığı gibi hep birlikte uzaklaşıp ormanın daha
derinliklerine gittik. Her geçen gün o
duyduğumuz uğultu biraz daha yakınımıza geldi biz biraz daha uzaklaştık. Bir gün bir baktık ki orman da yok olmuştu.
Çevremiz düzenli bir şekilde dikilmiş, kısa boylu palmiyeye benzeyen ağaçlarla
dolmuştu. Gidecek hiç bir yer
yoktu. O yaşta büyüklerin mutsuzluğunu
görebiliyordum. Dahası açtık, bizi güneşten koruyacak, akşamları yatağımız
olacak olan ağaçlarımız uğuldayan makinalarla gelen canlıların elinde telef
olmuşlardı. Evimizi yaşam alanımızı kaybetmiştik.
Günlerce çorak toprağı deşip yiyecek bir şeyler
bulmaya çalıştık. Büyükler uçsuz
bucaksız bu çirkin ağaçların arasında yön bulma iç güdülerini
kaybetmişlerdi. Bu ağaçların kabuklarını
yemeye çalıştık. Kocaman ağır ve
pütürcüklü meyvelerinin kalın kabuğunu delip, yiyecek kısmını bulmaya çalıştık,
nafileydi. İşte bu çaresiz günlerin birinde annem beni, sanki olacakları biiyor
gibi karşısına aldı. ‘ Küçüğüm’ dedi ‘ küçüğüm, fazla zamanımız kalmadı.
Gidecek yerimiz yok, yiyecek yemeğimiz elimizden çalındı. Ormanımızı tamamen yok eden canlılar eskiden
böyle değildi. Birbirimize yakın olmasak bile biz ormanda onlar tam ormanın
dibinde birlikte yaşardık. Dallarında
beşik gibi yattığın ağaçlara çok büyük saygıları vardı. Bazen ellerini havaya kaldırır, çirkin
sesleriyle inilti gibi bir ses çıkarırlardı. Bize ‘ormanın insanı- orang gutan’
derlerdi. Kendileri ise insan- Orang’dı. İçlerine nasıl kötülük girdi ne zaman girdi ve
vardı da biz mi görmedik? Eskiden de zaman zaman bize saldırırlardı.
Ama orman derin ve dipsizdi, saklanabilirdik onlardan. Oysa içlerindeki kötülük
ve hırs büyüdü büyüdü durdurulamaz hale geldi. İlk önce nereden geldiklerini
unuttular, oysa onlarda bizim gibi tabiatın bir parçasıydılar. Tabiata saygı
göstermeyi iğrenilecek bir şeymiş gibi bir kenara bıraktılar. Soludukları hava,
içtikleri su, yedikleri yemek olan ormandan başladılar yok etmeye. Çirkin
sesleriyle tınılar yükselttikleri o ulu ağacı nerede buldularsa kesip, devasa araçlara doldurup götürdüler.
Yaşam alanı orman olan diğer canlılar dayanamadılar bu yıkıma. Ormanımızı kesip
dikili alan haline getirmişlerdi. Ne için? Meyvesi bile yenemeyen bir ağaç
için. Toprağın tüm verimini alıp kırk yılda çoraklaştıran bir parazit
için. Ormanlar küçüldükçe küçüldü, hiç birimize
yetmez oldu.
Dikili alanlara girdiler diye filleri, güneş
ayılarını, kaplanları, ve bizi öldürmekle başladılar ikinci yıkımlarına. Uçan
kuşları ise hiç saymıyorum bu yıkımın içinde. Binlercesi yok olup gitti.
Öldürmediklerini ise daracık karanlık kutulara koyup alıp gittiler. ‘
‘Duyduklarıma inanamamıştım’ ‘Nasıl bir vahşet
bu? Nasıl sürdüreceğiz yaşamımızı bu
vahşetin içinde?’ diye inledim göz yaşlarımın içinden. ‘Ben de bilmiyorum
küçüğüm’ diye sürdürdü annem ‘ yıllardır ormanın derinliklerine kaçtığımızı
düşünürken, yolumuzun sonuna gelmişiz. Binbir ağacın birbirine sarmalandığı
karanlık ve derin ormanımızda herbirimiz bir pusula gibi yolumuzu bulurken, bu
dikili uçsuz bucaksız bodur ağaçların arasında gözsüz, kulaksız, burunsuz
canlılara dönüştük. Eğer bir yağmur ormanı kaldıysa buradan çok çok uzaklarda
olmalı. Ama durmak yok küçüğüm, yürümeye devam...’ Burnunu başıma dayadı,
saatlerce öylece oturduk. Diğerleri ağaçlardan zorlukla kopardıkları dikenli
top gibi şeyleri açmaya çalışıyorlardı. Etrafımız bu toplarla dolmuştu. Nereden geldilerse birdenbire çıktılar
karşımıza, şimdi çitin arkasından bizi seyredenlerden olanlar. Ellerinde uzun, ucundan ateşler çıkan bir
şeyler tutuyorlardı. Bu şeyleri patlatmaya paşladılar. Duyduğumuz patlama
sesiyle her birimiz panik halinde her bir yere dağıldık. ‘çuvvv, çuvvv, çuvvv’ sesleri ne kadar sürdü
bilmiyorum. Ellerimle kulaklarımı tıkadım. Gözlerimi kapadım.
Tekrar gözlerimi açtığımda kapalı bir yerdeydim.
Yanımda ne annem ne de diğerleri vardı.
Karnımı bizi seyredenlerin zaman zaman kendilerini de sardıklarını
gördüğüm bir şeyle sarmışlardı. Yaralanmıştım. Bir süre sonra içeriye bu
canlılardan bir tanesi girdi. Deliye döndüm. Bir ağaç gibi beni çevreleyen şeye
tırmanmak istedim. Homurdandım, tısladım, gözlerimden yaşlar aktı. Diğeri de benimle birlikte ağlıyordu. Niye
ağlıyordu anlamadım? Bizi yok eden o vahşi canlılardan biriyse neden
ağlıyordu? Aylar sonra alıştım yeni
halime. Onun gibi başkaları da vardı. Bizi besleyip, sevgi gösteriyorlardı.
Gelenler hep benim gibi bir saldırıdan kurtulmuş, ya da karanlık kutulara
konulup, başka yerlere gönderilmek üzere limanlarda beklerken, buradaki bizi
yok eden vahşi canlılardan olup ama bize yardım etmek isteyenler tarafından
kurtarılmışlardı. Aralarında az da olsa
yaşadıkları tabiata saygılarını kaybetmemiş olanlar vardı demekki!
Zamanla beni annenle tanıştırdılar. O da benim gibi yaşam alanını kaybetmişti.
Başına ne gelmişti henüz bana anlatmadı ama yazgımız kendisine insan diyen
canlının kendisini tabiattan üstün görmesinin sonucuydu. Tabiata hürmetini kaybeden bu canlıları, aralarında
olan bizimle ağlayıp, bize barınak bulmak için devasa yıkımın içinde
hayatlarını kaybetmeyi bile göze alan az sayıdaki oranglar bile kurtaramayacak.
Keşfettikleri ama tabiatın içinde yapayalnız kaldıklarında hiç bir değeri
olmayan ‘para’ dedikleri güç en sonunda kendilerini de yok edecek. Bu da
tabiatın öcü olacak.’ Genç orangutan, onun son anlattıklarını duymamıştı.
Öğleden sonraki kızgın güneşin ve nemin sıcağıyla ve bir masal gibi kulağında
çınlayan dinledikleriyle başı düşmüş, derin bir uykuya dalmıştı. Somurtkan,
yavaşça onu sırtına koydu, pencere pervazına tutunup, uzun kolunu halat gibi
uzatarak, yere indi. Seyircilerden yeni
grubun arasındaki bir oğlan çocuğu ‘ Baba baba bak! Orangutan bebeği’ diye
sevinçle bağırdı. ‘ Aaaa çok sevimliler, şunlara bak! ‘ dedi anne. ‘Niye
bizim bir orangutanımız yok?’ dedi çocuk, dudaklarını büzdü. ‘Orangutanlar her
yerde olmaz’ dedi baba, ‘onları ancak böyle barınaklarda görebiliriz.’
Kulağına çirkin bir tını gibi gelen bu seslerin
arasından, aynı ciddi somurtkan yüz ifadesiyle yeri yumruklayarak geçti
orangutan, demir ağacına geldiğinde çevik hareketlerle ağacın yüksek dallarının
birine oturdu. Küçüğü kollarına alıp bir beşik gibi salladı, gözleri aşağıdan
kendini seyredenler uzaklaştı, sadece onun bildiği yere odaklandı. Kocaman
ağzını açıp dişlerini gösterdi. Gülümsedi.
Orangutan
Rehabilitasyon Merkezi, Sandakan, 2015
Comments
Post a Comment