Skip to main content

Kınabalu Dağı'nın eteklerinde bir hafta sonu yoga'sı

           
Bir varmış bir yokmuş, pirelerin tellal olduğu zamanlar olmasa bile yaşadığımız zamanlardan yüzlerce yıl önce yağmur ormanlarının her yerini kapladığı ve bu yağmur ormanlarında büyüyen ender değerli ağaçlarıyla zengin bir ada varmış. Dünyanın üçüncü büyük adası. Ada sadece yağmur ormanları değil, içinde yaşayan dünyanın başka yerlerinde bulunmayan hayvanları, bitkileri, madenleri ile de çok zenginmiş. İlk önce Güney Çin Denizinden, çorba yapmak için kuş yuvası, hintirmiği, boynuzgagalı kuşların boynuzgagaları, değerli madenler ve yağmur ormanlarının nadir ağaçlarının peşinde Çinliler, arkasından  acı biber ve  altın madeninin peşinde Arap ve Portekizli  tacirler,  onların arkasından da dünyanın ilk holdinglerinin örneklerinden olan İngilizler, Kuzey Borneo Firması düşmüş bu hazinelerin peşine.

Özellikle de yağmur ormanlarının değerli ağaçlarının ve bu ormanların derinliklerindeki madenlerin peşine.. Onlarla birlikte Ada yerlilerinin halen havaya suya güneşe taptığını gören misyonerler onlara yegane ilahi mesajı taşımak için ayak basmışlar adaya... Talan  o zaman başlamış... Holdingler devletleşmiş, devletler holding haline gelmiş, sonunda adayı bugünkü haline getirmişler...Son yıllarda Amerika’dan, Avrupa’dan, Avustralya’dan firmalar doğal gaz, petrol ve maden için adanın altını üstüne getirmişdurumdalar.  Şimdi ise adanın en büyük talancıları Endonezya ve Malezya’nın politik ve ekonomik elit tabakası.
Bugün Yağmur Ormanlarının yerini yüz binlerce hektarlık Palm Yağı Ağaçları almış durumda. Küçük cepcikler halinde-ki numunelik yagmurcuk ormanlari- o da turistler için bırakılmış alanlarda bile ağaç kesimi halen sürüyor...Ekolojik olarak çocuklarımıza bırakacağımızı düşündüğümüz zengin doğa mirası, hepimizin düşlerini süsleyen Borneo’da büyük holdinglerin dipsiz hırsı dolayısıyla seneler önce kaybolmuş durumda...
Kadazan
Yine de tüm bu yıkıma rağmen Borneo kendini yenilemeye çalışan doğası ve üstünde yaşayan kültürüyle hala çok zengin bir ada. Çok kültürlü, çok dinli bir yer. Oturduğum küçük kasaba Kota Marudu’da bile Budizm, İslam, Hıristiyanlık, Taoism, Hinduizm, ve şu an yok olmak üzere olan adanın en eski inançlarından bir tanesi Animizm birlikte yanyana yaşıyor, şimdilik. Adanın kuzey ucundaki Sabah bölgesinde bile yüzden fazla etnik grup ve bu ahalinin konuştuğu otuziki’den fazla lehçe var. Bu gruplardan bir tanesi Kadazan. Sadece bu grup dokuzdan fazla alt grubu ve on dört  farklı dili içinde barındırıyor. Kadazan ahalisi  çoğunluğu misyonerler tarafından hıristiyanlığı ve islamı kabul edene kadar, kafatası avcılığını sadece kan davalarında düşmanın kellesini eve getirmek için değil, pirinç hasat zamanı geldiğinde ölmüşlerine sunulan kutsal bir armağan olarakta yapıyorlardı. Misyonerler yağmur ormanlarının derinliklerinde kutsal mesajlarını yaymaya çalışırken kellerini de koltuklarının altına almış olmalılar. İlk önce Kadazan halkının kadın lideri Dintas’ı ikna etmeleri gerekmiş bunun için. Dintas misyonerleri dinleyip, mesajlarının halkı için iyi olduğuna karar vermiş. Onun kararıyla misyonerlere kapı açılıp, Kadazan halkı tek tanrılı dinleri kabul etmiş olsalar bile, Dintas kendi animistik inancını hiç bırakmamış. Bugünse bu inanç ölüp giden bir inanç Kadazan halkının içerisinde.
Öte yandan bugünkü politik iklimde, Sabah, anakara Malezya’nın islamlaştırma politikaları altında ezilip büzülen bir yer. Sabah halkı, ana yollarının niye ışıksız ve çukurlarla kaplı olduğunun ve niye hiç onarılmadığının gayet iyi bilincinde. Politikadan bahsetmek istememelerine rağmen bazen  çaresizlik içinde şöyle dedikleri oluyor’ Anlamıyoruz. Nasıl olur? Sabah, Malezya eyaletlerinin içinde en fazla vergi ödeyen bölge olur da, istatistiklere göre ise Malezya’nın en fakir bölgesi durumunda?’
Sabah halkı çaresizlik içinde Malezya’nın sistemli asimilasyon politikalarına maruz kala dursun, adanın Sabah bölgesine muazzam büyüklüğüyle etkisi altına alan ve  adanın varoluşundan beri onun gelişimine, yıkımına, yaşayan, değişen ve yok olup giden kültürlerine şahitlik eden milyonlarca yaşında bir dağ var. Kınabalu Dağı.  Borneo’nun en yüksek ve ada yerlilerinden Kadazanlıların kutsal dağı Kınabalu Dağı.  Aşağıda, dağın eteklerinde geçirdiğimiz bir Yoga haftasonundan ve dağın Sabah’ta ve Kadazan halkının üstündeki öneminden, dağı çevreleyen hikayelerden söz edeceğim.
Kınabalu Dağı: Ölmüşlerin ruhlarının uçup gittiği yer
Yoga’yı bu sabah Kınabalu Dağına karşı yapacağız. Sabahleyin gün doğarken Güneş Selamlamasını Kutsal Dağ Kınabalu’ya adayacağız. Yılın üç yüz altmışbeş günü dünyanın her yerinden gelen ziyaretçilerin 4095metrelik zirveye tırmanırken yaptıkları gibi, biz de Yoga’yı yaparken hiç bir şey düşünmeyip, kendimizi Kınabalu’nun Sabah bölgesini etkisi altına alan muazzamlığına kutsallığına vereceğiz.
Kınabalu  Dağı, Borneo’nun Sabah bölgesinin en geniş etnik grubu olan Kadazan/Dusun inancına göre ‘Ölülerin ikamet ettikleri Kutsal Dağ’.  Sabah’ın Kadazan ahalisi ölülerini mezarlıkta değil ama Güney Asya’nın en yüksek dağı olan Kınabalu dağının zirvesinde ziyaret ediyor. Onlar için Kınabalu Dağının zirvesine sabahın ilk şafağında ulaşıp, dağın yetmiş seksen kilometre ötedeki denize düşen gölgesini seyretmek hacca gitmek gibi bir şey. Dağın zirvesine yaklaştıkça, niyet tutanların ağaçların dallarına giydikleri kıyafetlerden bir bez bağlaması gibi , bu tırmanışı ölmüş sevdiklerinin ruhlarına saygı olarak yapan Kadazan ahaliside üç dört tane kayrak taşı birbirlerinin üstüne dikerek, saygıdeğer ölülerine geride bu taşları bırakıyorlar. Ziyaretlerinin kanıtı olarak.
Dağ bu sabah devasa kara bir elmas gibi yükseliyor. Mistik ve öfkeli görünüyor. Bizi dağın eteklerindeki yanıbaşından Kınabalu Dağının verimli sularından bir derenin geçtiği misafirhanesinde ağırlayan Doktor Lungkiam Kınabalu dağının adının nereden geldiğiyle ilgili Kadazan mitolojisine dayanan iki hikaye anlatıyor. İlki Kadazanca’da ‘Akinabalu’ ruhların toplandığı yer. Yukarıda da bahsettiğim gibi Kadazanlar paganik ve animistik inançları kaybolup, çoğunluğu misyonerlerin çalışmalarıyla hıristiyan ve müslüman olmuş olsalar bile, eski inançları doğrultusunda hala dağı ölülerinin zirvesinde toplandığı yer olarak görüyor. İkinci hikayeye göre ise Çincede Cina Balu ‘Çinli Dul’ anlamına geliyor. Eski zamanların birinde, dağ’ın tepesinde ağzından alevler saçan bir ejderhanın koruduğu, kara bir elmasın peşine düşen Çin’li bir prens Güney Çin Denizini aşarak Borneo’ya gelip elmasa ulaşmış ve Kadazan bir kadına da aşık olmuş. Kadınla evlenmiş evlenmesine ama çok geçmeden memleket hasretine dayanamayıp geri dönmüş, karısına da bir gün gelip kendisini alıp götüreceğine söz vermiş.  Az geçmiş uz geçmiş, giden gelmez olmuş, gelen gemilerden Çin’li prens çıkmamış. Yemekten içmekten kesilen genç kadın vücudunda kalan son enerjiyi de dağa tırmanmaya harcayıp zirveye ulaştığında taş kesilivermiş. O yüzden halk arasında Çinli Dul anlamına gelen Cina Balu adıyla çağırmaya başlamışlar dağı.
Dağın biyolojik tarihine gelince devasa kara bir elmas gibi Sabah’ın ortasında dikilmesine şaşmamalı. 15 milyon yıl önce erimiş devasa bir kaya yer katmanlarını yırtarak fırlamış ve Sabah’ın ortasında mavikara devasa cüssesiyle yükselen dağı oluşturmuş. Uzmanlara göre dağ hala yılda beş mm. büyümeye devam ediyor.  Dr Lungkiam‘sadece öyle korkutucu cüssesine bakmayın, bizi besleyip suyundan içirende Kinabalu dağı. Atalarımız dağa kutsal demekte haklılarmış.’diyor. Gerçektende Kınabalu iklimi ve verimliliği, ender bulunan kuş ve hayvan cinslerini kucağında barındırmasıyla da dünyanın en zengin dağlarından biri. Devasa çiçek Rafflesia’yı ve sinek yakalayan Nepenthis çiçeğini yada boynuzgagalı (Hornbill) kuşların her türünü burada bulmak mümkün. Dağa tırmanırken başlayan Yağmur ormanları, yükseklere çıktıkça yerini devasa bonzai ağaçlarına bırakıyor. Zirveye iki bin metre kala bitki örtüsü yerini Sabah’ın her yerini hükmeden o kara elmasa bırakıyor. Sabah şafağın sökmesini zirveden görmek isteyenler, iki günlük bir tırmanışı göze alarak, tırmanışın ilk 3273 metresine ulaşıp, dağdaki tek kalacak yer olan Laban Ratu’da konaklayıp, ertesi sabah iki’de başlıyorlar son iki bin metrelik tırmanışa. Borneo’nun geri kalan iklimiyle tam bir tezatlık oluşturan, kemikleri dondurucu soğukta ve karanlıkta, ipler yardımıyla, her an düşüp karanlıkta diğer ruhların yanında kendimi bulacağım korkusuyla çıkılsa da,  ‘Çinli Dul’lun son gayretiyle çıkıp zirveye ulaşması gibi,  nefeslerde kalmış son bir enerjiyle zirveye ulaşıp, doğan güneşi seyretmek tüm her şeye değiyor.
Lungkiam, ‘üç kere tırmandım ölmeden bir kere daha tırmanmak isterim, bacaklarım izin verirse’diyor.
Bu sabah bir buçuk saatlik Yoga seansından sonra tatlı bir yorgunluk içinde on beş dakikalık son dinlenme,  ölü pozuna geçtiğimizde, derin bir sessizlik içinde bizi sarmalayan doğayı dinliyoruz. Dağı çevreleyen bulutlar yağmur olup bizi buluyor. ‘Om’ sesiyle doğrulup kalktığımızda, Lungkiam ‘öğle yemeği, öğle yemeği’deyip mutfağa yöneliyor, peşi sıra bizde ona katılıyoruz. Bu hafta sonu bize Kadazan yemeklerinden örnekler göstermeye söz vermişti. Diğerleri elllerinde fotoğraf makinaları, not defterleri, bir taraftan Yogadan dolayı ağrıyan kaslarından yakınan bir taraftan da, zerafetli bir biçimde daha öncesinden hazırladığı yemek malzemelerini ocağa koyduğu tavaların içine sırasıyla ilave edip ‘Tamarind ezmesini biraz suyla karıştırıp, daha öncesinden kavurduğunuz soğanların üstüne balıkları koyup, üstüne de Tamarind sosunu döküp tavanın kapağını kapatın’diyen Lungkiam’ı dikkatle dinliyorlar. Mutfaktaki tüm telaş bittikten sonra, terasa kurulmuş olan uzun masanın etrafına dizilip, Dr. Lungkiam’ın Kadazan mutfağından gelen yemekleri hayranlıkla izliyoruz. Lime, taze acı biber, tuz ve karabiberle karıştırılmış çiğ balık, Hinava. Hindistancevizi sütüyle pişirilmiş pilav, Tamarind sosunda balık ve Hindistancevizi sütlü balkabağı ve börülce yemeği.
Hafta sonunun son Yoga seansında ise ellerimizi başımızın üstünde havaya kaldırıp, sırtımızı dikleştirip  Kınabalu Dağı gibi dimdik gökyüzüne doğru uzadığımızda gözlerimizi kapatıp, belki de Kadazan’lıların devasa dağının eteklerinde olmamızın belki de Lungkiam’ın bize anlattığı dağı çevreleyen  hikayelerin etkisiyle, dağın tepesindeki ruhlara yaklaştığımızı hayal ediyoruz.
Kınabalu Dağı(Gunung Kınabalu)
Yükseklik: 4095mt.
Topografik yüksekliği:4095mt. (Topoğrafik yükseklikte dünyanın 20. büyük dağı.)
Turkishtale,
Ekim, 2012
Bu yazı Hurriyet Seyahat’te yayınlandı. http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/21851395.asp 

Comments

Popular posts from this blog

Malezya'da Müslüman Olmak ve Malezya Halklarının Çıkmazı

                                   Malezya’lı Müslüman Kadınların Çıkmazı Ma lezya’lı Müslüman kadınlar öfkeli.   Özel ve sosyal yaşamlarını etkileyen Malezya devletinin baş örtüsü baskısından kurtulmak istiyorlar. Seksenli yıllara kadar kendi bilinçlerinin göstergesi olan inançlarını, ansızın bir gün Malezya devleti baş örtüsü takarak ve islamiyete uygun bir biçimde giyinerek uygulamalarını söyledi kadınlara. Olası bir sosyalizm tehlikesine karşı İslamlaştırma politikaları Malezya’da da başlamıştı. Söylemekle kalmayıp, İlkokul birinci sınıftan itibaren tüm Müslüman çocuklar her gün bir saat islami ders alacaklar, üstüne üstlük Müslüman kız çocukları sadece İslami derslere değil, tüm derslere başları kapalı katılacaklardı. Ondan sonraki yıllarda kendilerini modern olarak niteleyen ve nüfus kağıdında ‘İslam’ yazan tüm kadınlarda dahil olmak üzere erken yaşlardan itibaren kamuya açık yerlerde   müslüman olduğunu baş örtüsüyle ve İslamiyete uygun kılık kıyafetleriyle k

Gene de Herkes Sevdiğini Öldürür

                                                                   Gene de Herkes Sevdiğini Öldürür Oscar Wilde ’ ı okuyanlar bir mantra gibi bu dizeleri ezbere bilirler ‘ Herkes öldürür sevdiğini, bu böylece biline....’ Şiirsel olarak şaibeye yer bırakmasızın güçlü, entellektüel açıdan ise bir o kadar şaibeli bir dize. Wilde belki de bu dizelerle şunu demek istiyordu: Aşkın kendisi o kadar hileli ki hedef aldığını da kirletip değiştiren bir şey.   Oscar Wilde’ın sevgilisi Alfred Douglas’la olan ilişkisinde bu kesinlikle doğruydu. Zaten şımarık olan ‘Bosie’ Wilde’ın onu bir tanrı gibi görmesiyle daha da şımarmıştı. Şiir aynı zamanda Peygamber İsa’ya ihanet eden Judas’ın öpücüğüne de atıfta bulunuyor. Wilde paradoksu seven bir yazar, şairdi ve sevdiğini öldüren bir adam da bu iki zıtın sembolünü bulmuştu. Şiir aynı zamanda Datevari bir cehennemi ve ölümcül bir cezaevi çemberini müekemmel bir biçimde betimliyor. Readıng Zindanı Baladı şiir dünyasına nadir gelen harikulade

ŞİDDETİN KISA TARİHİ

                                                        Şiddetin   Kısa Tarihi Telefonum uzun uzun çaldı. Gece yarısını çoktan geçmiş olmalıydı.   Cevap verip vermemekte bir an kararsız kaldığımdan uzandığım yerde öylece kalıp gecenin karanlığında tavanı seyrettim, bir süre sonra susacağını umarak. Susmadı çalmaya devam etti. Telefona erişmek için acele etmektense, yattığım yerden yavaş yavaş doğrulup, yan tarafımda yatmakta olan kedim Reçel’i okşadım. Beni niye rahatsız ediyorsun der gibi ‘ mmmmmmh’ diye mırıldandı. Telefonumun yanına vardığımda, benim geldiğimi sezmiş gibi telefon çalmayı kesti.   Arayan kardeşim Eliz’di.   Gecenin bu saati aradığına göre belki önemli bir şey vardı.   Aramızda beş saatlik zaman farkının olduğunun farkındaydı. Sabahı beklemektense hemen geri aradım. ‘ Ablacım aramızdaki saat farkını unutmuşum. Kusura bakma.’ diye başladı ben henüz hiç bir şey söylemeden. Önemli bir şey söyleyeceği içime doğmuş gibi, halini hatırını sormadan ‘ Ne oldu?’ diye sor