Şiddetin Kısa Tarihi
Telefonum uzun uzun çaldı. Gece
yarısını çoktan geçmiş olmalıydı. Cevap
verip vermemekte bir an kararsız kaldığımdan uzandığım yerde öylece kalıp
gecenin karanlığında tavanı seyrettim, bir süre sonra susacağını umarak.
Susmadı çalmaya devam etti. Telefona erişmek için acele etmektense, yattığım
yerden yavaş yavaş doğrulup, yan tarafımda yatmakta olan kedim Reçel’i okşadım.
Beni niye rahatsız ediyorsun der gibi ‘ mmmmmmh’ diye mırıldandı. Telefonumun
yanına vardığımda, benim geldiğimi sezmiş gibi telefon çalmayı kesti. Arayan kardeşim Eliz’di. Gecenin bu saati aradığına göre belki önemli
bir şey vardı. Aramızda beş saatlik
zaman farkının olduğunun farkındaydı. Sabahı beklemektense hemen geri aradım. ‘
Ablacım aramızdaki saat farkını unutmuşum. Kusura bakma.’ diye başladı ben
henüz hiç bir şey söylemeden. Önemli bir şey söyleyeceği içime doğmuş gibi,
halini hatırını sormadan ‘ Ne oldu?’ diye sordum.
Kısa bir duraklamadan sonra cevap
verdi, ‘ Nezih abi... Nezih abi ölmüş.’ Nezih Abi, nasıl olurdu? İçimden,
karnımın tam ortalarından yukarıya ciğerlerime oradan omuzlarıma doğru sıcak
bir hava dalgası yükseldi. Arkasından ilk aklıma gelen Sevim hanım oldu. ‘
Henüz haberi yok. Bende abimi aramıştım, ondan öğrendim. Şimdi Nezih abinin
evindeler. Adli Doktor’un gelmesini bekliyorlar. Abim anneme söyleyecek ama o
söylemeden komşulardan da duyabilir. Üzülecek tabii ki ’ diye ekledi kardeşim, ‘ aralarında çok büyük yaş farkı yok
biliyorsun, bir zamanlar kendini en yakın hissettiği yeğenlerinden biriydi. Son
olaylardan sonra hiç birbirlerini görmemişlerdi, Nezih abiye ne kadar öfkeli
olsa da, bu onu etkileyecek.’
‘Nasıl
ölmüş?’ diye sormak geldi aklıma. ‘ Sabah, pencerenin yanındaki divanın üstünde
öylece otururken bulmuşlar. Sobası bile hala yanıyormuş. Kahvaltısı, çayı da
önündeymiş. Herhalde kalp krizi gibi bir şey..’ İkimizde bir an sessiz kaldık. Binlerce
kilometre öteden sadece dijital bir bağla birbirimize bağlanmış olsak bile,
aynı düşüncelerle aynı duygularla ikimizde çocukluğumuza gitmiş olmalıyızki ‘
Belki de o kadar kötülükten sonra, kalbi çok kötü değildi ki ani bir ölümden
gitmiş oldu’ deyiverdim nedense. ‘ Eceli
gemiş işte’ dedi kardeşim, benim söylediklerimi yabana atarmış gibi.
Son yıllarda kendimi, ne kadar da
büyümüş olduğum o küçücük, doğa üstü olayların olduğu, perili cinli hikayelerin
anlatıldığı, arada sırada bilinmez gizemli cinayetlerin işlendiği ve yıllar
boyunca ahalinin tüm bunları anlata anlata pekiştirdiği Ege sırtlarındaki
köyden bilinçli bir şekilde uzaklaştırıp, Batı felsefesinin mantığını vermiş
olsam bile, beni ince bir pamuk ipliğiyle bu sıradışı köye iliştiren doğa üstü
mantık, onu taa gerilerde çocukluğumda bırakmış olsam bile, beni eski günlere
döndürecek olan minicik bir haberle bile su üstüne çıkıveriyordu. Kardeşimin telefonun diğer ucundan sesi
yavaşça yükseldi, ‘ Ne diyelim? Allah rahmet eylesin, ‘ arkasından benimde
kalbimden geçenleri anlamış gibi ekledi ‘ umarım, bu şidddetin sonu olur.’ ‘
Umarım Nezih abi, ailedeki şiddetin son halkasıdır da, onunla birlikte şiddet
de toprağa gömülür’ diye onu onayladım. ‘ Annemi bu aralar sık sık ararsan iyi
olur, bugünlerde onun desteğe ihtiyacı olacak. Bende hemen onun yanına
gidecektim ama Abim, onunla kalacağını söyledi. Hafta sonu gidip bir kaç gün
orada kalacağım.’ Arayacağıma söz verip telefonu kapattık.
Bir süre karanlıkta oturup, Sevim
Hanım’ı teselli edebilecek sözleri tasavvur etmeye çalıştım. Ne denilebilirdi
ki bu durumlarda? ‘ Allah rahmet eylesin’, ‘Toprağı bol olsun’, ‘ Umarım bu
yeni huzurlu bir zamanın başlangıcı olur’ ya da kardeşimin bana telefonda
söylediği gibi ‘ umarım şiddetin sonu olur bu!’
Sevim Hanım, Ege’nin Alaşehir
sırtlarındaki bir köye nasıl geldikleri muammalı olan göçebe bir aileye, tek
kız çocuğu olarak doğmuştu. Ailenin yarısından fazlası sarışın, ve parlak mavi
gözlüydü. Sevim Hanım’ın doğumundan önce, Fatma Hanım ve Muslih Bey, beş erkek
çocuğu üretmişler, neredeyse kırklı yaşlarının ortalarındayken umulmadık bir
şekilde sarışın, parlak mavi gözlü bir kız çocuğuyla bulmuşlardı kendileri.
Biraz utanmışlardı bu durumdan. Ne de olsa dede nine olacak yaşa gelmişlerdi.
En büyük oğullarını nişanlamayı planlıyorlardı.
Muslih Bey, hem bebek ailede tek kız çocuğu olduğu için hem de artık Osmanlı’yı
geride bırakıp, Atatürk Cumhuriyetinde oldukları için bu küçük kız çocuğuna
anlamını bilmedikleri eski Arapça, Osmanlıca bir ad vermektense, Türkçe, anlamını
herkesin anlayabildiği, minik bebeğin sevimliliğini niteleyen Sevim adını
verdi. Sevim hayatının ilk bir kaç yılında el bebek gül bebek olarak görüldü.
Hem ağabeyleri tarafından, hem de annesi ve babası tarafından. Köyün doğusundaki kocaman bir bağçenin içinde,
inekleri, koyunları, atları ve eşekleriyle haşır neşir bir çocukluğun içinde
buldu kendini. Kendisine yaşça en yakın ağabeyi, en yakın arkadaşıydı. Henüz beş altı yaşındayken, ağabeyiyle
ineklerin başında çobanlık yapmaya başlamıştı. Sabah gün doğmadan anneleri
onları kaldırır ekmeklerini bir çıkının içine sarıp bellerine bağlar,
inekleride önlerine sürer köyün arkasındaki dağlara doğru gitmelerini tenbih
ederdi.
Sevim Hanım çocukluğunun
bugünlerini buruk bir nostaljiyle hatırlardı ‘ Ahh, abim canım abim benim.
Dağlarda türküler söylerdik, sesimizin yankısını dinlerdik, bazen ben korkardım
o bana hikayeler anlatırdı...’ derdi.
-----------
Küçük kız yedi yaşına geldiğinde,
köye de genç Cumhuriyet’in ilk öğretmeni gelmişti. Eğitim artık sarıklı
hacıların, hocaların elinden çıkmış, Atatürk’ün kurduğu köy enstitülerinden
mezun olan öğretmenlere verilmişti. Türkiye’nin en ücra köşelerine bu
öğretmenler gidip Türkiye’ye aydın insanlar yetiştireceklerdi. Ayrıca eğitim
sadece erkeklere değil kadınlarada verilecekti. Henüz yirmili yaşlarının
başlarında olan genç öğretmen Ali Bey, Ege’de akşam üstleri morun her rengine
bürünen bir dağın yamacını mesken tutmuş bu insanların arasına geldiğinde
kızların da eğitime hakları olduğuna, onlarında alfabeyi öğrenmesi gerektiğine ikna
edene kadar akla karayı seçmişti. Köyün saygıdeğer büyüklerinden olan Muslih
bey, bu genç öğretmene misafirperverlik göstermiş, evinin kapılarını ona
açmıştı. Küçük kızın bu genç öğretmenle
tanışması, onun bir akşamüstü evlerine yemeğe gelmesiyle oldu. Kapının köşesinde durup, babasıyla birlikte
yer sofrasında oturmuş yemek yiyen genç
yabancıyı uzun uzun izledi. Giyimi şimdiye kadar gördüğü insanlara
benzemiyordu. Gömleğinin yakasına kalın bir ip bağlamıştı ve bu ip gömleğinin
üstünden göbeğine sarkıyordu. Pantolonunun üstüne, babasının ağabeylerinin
bağladığı gibi beş metre kuşak sarmamıştı. Onun yerine pantolonunu gömleğinin
üstünden geçen bir askıyla tutturmuştu. Daha da garibi, köydeki çoğu yaşlı
erkeğin başlarını sardığı sarık yerine, başının üst tarafını alnıyla birlikte
kapatan kenarlıklı bir şey giymişti.
Kapının yanından kendisini dikkatle
süzen, örgülü sarı saçları omuzlarından sarkan, kirli yüzlü küçük kızın farkına varan Ali Bey onu yanına
çağırdı. Kız babasından cesaret almak istermiş gibi ona baktı. Yavaşça genç
öğretmene doğru yürüdü. Küçük kızın adını, yaşını öğrendikten sonra, okula
gelmek istermisin? diye sordu. Okulun ne
olduğunu bilmiyordu. Babasından açıklama bekler gibi başını babasına doğru
kaldırdı. Muslih Bey ‘ Aaa, Ali Bey kız
çocuğu okula gitmez’ diyecek oldu ama genç öğretmen onu ‘ Muslih Bey, Sevim tam
okula gidecek yaşta şu anda. Diğerlerinin içinde en küçüğü olacak. Öğrenmek için
en ideal yaş. Sevim okula giderse alfabeyi, cebiri öğrecek’ diyerek, itirazını
söze dökmesini engelledi.
Ali Bey, hem köyde tek öğretmen
olduğu için hem de ahaliyi okuma ve yazmaya teşvik etmek için okul yaşına sınır
koymamıştı. Öğrencilerinin yaşları yediden başlayıp yirmiye kadar çıkıyordu.
Yaşlı öğrencilerinin içinde Sevim’in ağabeylerinden ikisi İlhan ve Ayhan’da
vardı. Sevim okulunu ve öğretmenini çok sevdi.. Belkide öğrencilerin içinde en
küçük olmasından gerek, teneffüs aralarında diğerlerinin arasına karışmak
yerine öğretmeninin çevresinde olmayı tercih etmişti. Öğretmeninin elinden
tutup diğerlerine onun gözde öğrencisi olduğunu göstermek pek sevdiği bir şey
olmuştu. Ali Bey’de Sevim’in ilerlemesinden oldukça memnundu. Okumayı çok çabuk
sökmüştü. Öğrencilerinin çoğu buluğ
çağını çoktan geçmiş olduklarından, okumayı ve yazmayı sökmekten çok,
birbirleriyle ilgilenir olmuşlardı.
Tüm bu gelişmelere karşın Sevim’in
parlak okul yılları ancak iki yıl sürdü.
Ağabeylerinden biri kızkardeşinin diğer oğlanların dikkatini
çekeceğinden korkar olmuştu. Sevim’in
okula başını yerden kaldırmadan gidip gelmesi bile onu ikna etmeyecekti. Evde
bu konuda hır gür çıkarmaya başladı. Kız
çocuğuydu, başlarına bir bela getirmeden okuldan alınmalıydı. Genç oğullarına söz geçirmekte yetersiz
kalan, Muslih Bey onları memnun etmek için Sevim’i üçüncü sınıfa başlayacağı
yıl okula göndermedi. Ali Bey’in Sevim’i okula getirmek için onların evine
gelmesi de Muslih Bey’i ikna etmeyecekti. Dışarıda genç oğlanlardan biri ‘
Bizim aile işlerimize karışma’ diyerek onu uyarmak zorunda kalmıştı.
-----------------------------
İşte tam bugünlere düştü, Muslih
Bey’in en büyük oğullarından İlhan’in köyden genç bir kızı kaçırıp eve
getirmesi. Çok geçmeden sözde onu
kıskandığı gerekçesiyle genç karısının üstünde baskı kurması... Baskıdan öte
şiddetin her türlüsüne maruz bırakması... Bir süre sonra kıskançlığı öyle boyutlara
ulaştı ki, yoldan geçen birinin karısına
hafiften bakması bile onu zıvanadan çıkarabiliyordu. Küçük kız sevdiği okulundan ve öğretmeninden
birdenbire ağabeylerinin kaprisi ve baskısı yüzünden alıkonulduğuna, eve yeni
gelenin gördüğü şiddet ve baskı yüzünden itiraz bile edemedi. Sessizce içine
kapandı. Eğer bir taş gibi hareketsiz, duygusuz ve sessiz kalabilirse başına
geleceklere ve şahit olduklarına dayanabilirmiydi?
Muslih Bey’in yeni yetme oğulları
ise belki kanlarının fazlasıyla hızlı akmasından ya da genelde tüm genç
erkeklerde var olan iktidar gücünü gösterme içtepisinden olsa gerek, yavaş
yavaş düşmanlar edinmeye başlamışlardı. Bu düşmanlar ise kendileri gibi genç
erkeklerdi. Oğullardan Ayhan, kendi
gözünden bile kıskandığı karısıyla, bir kaç
yıl içinde iki çocukta yapmışlardı. Bir kız ve bir oğlan. Nezih ve Nezahat.
Sevim’le yeğenlerinin arasında on
yaş ya var ya yoktu. Kendisini onların ablaları gibi hissetmişti. O yüzden olsa gerek onların arkalarından
gelen yeğenlerde ona hala değil abla diye çağıracaklardı. Okuldan ayrılan
Sevim, abilerinin çamaşırcılığına, ev hizmetine, sığırtmacılığa ve bostan
bekleme işine geri dönmüştü.
Sığırtmacılık ve bostan bekleme işini kız olduğu için yalnız başına
değil, yaşı kendisine biraz daha yakın olan ağabeyi Zafer ile birlikte
yapıyorlardı. Belkide bu işleri onunla paylaştığı için kendisini ona yakın
hissediyordu. Diğerlerini özellikle de
İlhan’ı hep kendisine kaş göz eğerken, ya da emirler verirken, ve bu emirler
yerine getirilmediğinde yüzüne, kafasına şamar atarken buluyordu. Muslih Bey,
küçük kızını sevmiş olsa bile, kadının değerini evdeki öküzün değerinden daha
aşağı gören bir kuşaktandı. Şimdi ne kadar ele avuca sığmazda olsalar, oğulları
onun neslini sürdüreceklerdi. Gerçi
İlhan’ın davranışları onu kaygılandırmıyor değildi. Karısını kıskandığı gerekçesiyle göz
açtırmadığı yetmiyormuş gibi, anne tarafından kendi yaşıtları kuzenleriyle,
karısına baktıkları gerekçesiyle düşman olmuştu. Evde huzur bırakmamıştı, sabah
akşam demeden şanlarına, namuslarına leke vurulduğundan bahsediyordu. Eğer bir
şeyler yapmazlarsa elin günün maskarası olacaklardı. Çok geçmeden kıskançlığı
öyle bir paranoyaya dönüştü ki, karısını bu gençlerden biriyle yattığı
gerekçesiyle, bahçenin ortasında diğerlerinin gözü önünde evire çevire
dövdükten sonra, kızı, gözü, yüzü
morarmış halde baba evine gönderdi. Zavallı kadının kötü talihi orada son
bulmayacaktı. ‘ Hadi gidiyoruz’, dedi kendisinden küçüklerine. ‘ Eğer benim
arkamdan gelmezseniz adam değilsiniz, korkak davranırsanız biricik
kızkardeşimizin namusunu da kara çaldırırsınız.’
Muslih Bey’in kararlı ve mantıklı
bir davranışı, arkasından bir yumak söküğü gibi gelecek olan, ve yıllar boyunca
ailenin yakasına kapkara bir leke olarak yapışan ‘kan’ı akmadan durdurabilir
miydi? Muslih Bey’in onları durdurmak için herhangibi bir şey yapıp yapmadığını
bilmiyorum. Sevim Hanım’ın bu konuda hafızasını yokladığımda genelde bana’
Bütün bunlar İlhan’ın yüzünden geldi başımıza. Hiç kimseyi dinlemezdi. Aslında
çocukken pek akıllı olduğunu anlatırken hatırlıyorum annemi, sonra menenjit
gibi bir hastalığa yakalanmış. Ölmemiş ama iyileştiğinde de davranışları
zalimleşmiş, pek bir gaddar olmuş’ derdi.
Kendi hafızamı yokladığımda ise bu adama yönelik ilk anım, ben altı,
yedi yaşlarındayken olmalı. Kendisini ilk defa görüyordum. Yirmi yılını,
hapishanede geçirip, aile evine döndüğü zamandı. Kardeşimle beni iki dizine
oturtmuş, bize sarılıp ağlamıştı, sesli sesli, hüngür hüngür... İlk defa
yetişmiş bir erkeğin öyle ağladığını görmüştüm.
Bu adama ait ikinci anımsa bir
gece yarısı tatlı güzel bir uykudan uyandırılmaktı. Hapishaneden geldiği
zamanlar olmalıydı. Bir gece vakti hepimiz uykudayken, belinde silahıyla
evimizi basmıştı. Yanında hapishaneden geldikten sonra evlendiği karısı da
vardı. Zavallı kadını yanında sürüklemiş olmalıydı. Şu an düşündüğümde sadece
sessizliği hatırlıyorum. Sevim Hanım, hiç itiraz etmeden onun arkasından
gitmişti. Öncesinde ise babamız Yunus’u hiç bir tepki göstermemesi konusunda
öğütlemiş olmalıydı. Bir kaç gün annesiz kaldığımızı, babaannemin gelip bize
yemekler yaptığını hatırlıyorum. Arkasından Sevim Hanım, yine sessiz sedasız
geri dönmüştü.
Muslih Bey, onları durdurmak için
bir şey yapmışsa bile bu etkisiz kalmış olmalıydı ki, İlhan rakiplerini, yanında en küçük erkek
kardeşi Zafer olduğu halde, pusuya düşürüp ağızlarından burunlarından kan
gelinceye kadar dövdüğü günlerden çok geçmeden, ailenin başına gelecek olan kara
olayların ilki başlamıştı.
----------------------------------------
Sevim ve Zafer bu kez ineklerini
köyün üç kilometre aşağısında bostan bahçelerinin oraya getirmişlerdi.
Yanlarında ikisininde çok sevdikleri atları vardı. Sevim’in doru atı, Zafer’in
ise boz atı. İnekler otlanmışlar, güneşten korunmak için ağaç gölgeliklerinde
dinlenmeye yatmışlar, onlarda öğle yemeklerini yemek için koca ceviz ağacın
dibine oturmuşlardı. İkisininde sevdiği annelerinin dün akşamdan yaptığı gömeç
pidesinden getirmişlerdi yanlarında. Zafer bir kaç tane domates getirmek için
sebze bahçesine girmişti. Sevim orada ağacın gölgesinde otururken atlarının
huysuzlandığı gördü. Kulakları dikleşmiş, ayaklarıyla toprağı deşmeye
başlamışlardı birdenbire. ‘Ne oluyor’ diye yerinden kalktı, onlara doğru
yürürken, atların arkasından bir silüetin kendisine bir silah doğrulttuğunu,
ikinci silüetinse elinde kocaman bir tüfekle ağabeyine doğru yürüdüğünü
farketti. Çığlık atacak bir an bile bulamadan, silah seslerini duydu ve
ağabeyinin yere yığıldığını gördü. Bağırıp çığırıp, arkalarından koştu. Biri
silahını ona doğru çevirip ateş edecek oldu. Diğerinin, yanındaki ‘ Allah
belanı versin ne yaptın? Sadece korkutacaktın, oğlanı öldürdün. Bir de kızıda
mı öldüreceksin?’ dediğini duydu. Atlar çıldırmış gibi kişniyorlardı. Hemen arkasından nasıl davrandığını kendisi
bile hatırlamıyordu Sevim. Eve nasıl haber vermişti? Yaya mı yoksa atıyla mı
gitmişti? Ağabeyinin yanına gitmiş miydi? Ağabeyi hemen ölmüşmüydü? Kara haber çok çabuk yayıldı. Sevim’in tek
hatırladığı, ailenin kaybettikleri oğullarına matem tutacak zaman bile
bulamadan, ikinci bir trajediyle yeni bir acıya gömülmeleriydi.
Küçük erkek kardeşinin başına
gelenleri öğrenen İlhan, tüm bunlara kendisinin sebep olduğunu göreceğine,
evirip çevirip döverek baba evine gönderdiği karısının tüm bunların yegane
nedeni olduğuna kanaat getirmişti. Kardeşinin ölüsü eve bile gelmeden, ovadaki
üzüm bağlarını dolaşıp, karısının köyden diğer kadınlarla birlikte üzüm
kestikleri bağı buldu. Bağın hemen
yamacında durdu. ‘ Emine, Emine’diye seslendi. Kocasının sesini duyan
kadın korka korka ayağa kalktı, eğilip
üzüm kestiği asmanın altından. Bu kez
öylece durdu İlhan. Ne üstüne doğru yürüdü, ne kötü bir söz söyledi. Emine’yle
birlikte ayağa kalkmış kadınlara, bir ömür gibi gelen bir an için, uzun uzun
karısını süzdü. Sonra silahını Emine’nin kalbine doğru nişan alıp, şarjörünü
boşalttı. Genç kadın kaderini önceden bilen bilge bir ağaç gibi sessiz olduğu
yere yığıldı, kaldı.
İlhan’ın yapacakları burada bitmeyecekti.
Tüm bunlara sebep olan karısını öldürmüştü ama kardeşini öldüren diğerleri hala
hayattaydı. Onlar hayattayken, yediği
yemek, içtiği su boğazından geçmeyecekti.
Şimdi onları ele geçirmek daha da zorlaşmıştı. Bir yolunu bulması
gerekiyordu kardeşinin kanının yerde kalmaması için. Çok geçmeden kendini jandarmalara teslim
etti. Tesadüf bu ya diğerlerini de aynı hapishaneye koymuşlardı
yetkililer. Gel zaman git zaman intikam
ateşiyle yanıp tutuşan İlhan, nereden bulduğu muamma olan bir çiviyle,
kardeşini öldüren katili, teneffüs için çıktıkları avluda yakaladı. Gardiyanların dikkatsiz olduğu bir anı
yakalayıp, avının üstüne bir atmaca gibi saldırdı. Elindeki çiviyi, kurbanına kaç kez sokup
çıkardığını kendisi bile bilmiyordu. Gardiyanlar farkına varıp, onu kurbanından
söküp çıkardıklarında, adam yerde yığılıp kalmış, üstündeki beyaz gömleği al
kana boyanmıştı.İlhan’sa kana bulanmış avucunda sıkıca tuttuğu çiviyi,
kurbanının öldüğünden emin bir sekilde elinden bırakıvermişti yere.
Hapishanedeki bu gelişmeye rağmen,
zaten akraba olan iki aile, birbirlerinden olabildiğince uzak kalarak,
aralarında akmış olan kanın bir daha akmaması için birbirlerinin yolundan bir
daha asla geçmediler. Ama bir kez kan
akmıştı, Muslih Bey’in ailesinde, ve yıllar boyunca akmaya devam edecekti.
Muslih Bey, oğullarına aklı selim olmayı öğretememiş bir babanın düşkünlüğüyle
içine kapandı. Bir oğul ve gelin mezarda
diğer oğul hapishanedeydi. Kahırdan ve düşünceden beş altı yıl içinde o da
küçük oğlunun mezarının yanında yerini alacaktı. Ondan sonraki yirmi yıl içinde İlhan’ın neden
olduğu olaylar, ailedeki yeni nesil genç erkeklerin trajedileriyle soluk bir
hatıra haline geldiler. Bu süre içinde Sevim’in kendine yaşça yakın
yeğenlerinden Metin, cebindeki tabancanın kazara patlaması sonucu hayatını
kaybetti. İlhan’ın arkada bıraktığı oğlu Nezih, hem babası hapishanede
olmasından, hemde annesinin ölümünü babasının elinden olmasını bilmesinden,
öfkeli genç bir adam haline geldi. İlhan yirmi yıl sonra hapishane günlerini
arkada bırakıp, köyün doğusundaki aile çiftliğine geri döndüğünde, oğlu
Nezih’te orada babasıyla birlikte kalamayacağının farkına varmıştı. Babası gelir gelmez İzmir’de bir iş bularak
evi terketti. Belki gittiği yerden hiç
gelmemiş olsaydı, İlhanda geride kalan yıllarını huzurla geçirebilecekti. Ama
Nezih, dedesinin kendisine baktığı üzüm bağlarının hasadını yapmak üzere
yazları aile çiftliğine geri döndü. Bu süre içerisinde Muslih Bey’in ona
bıraktığı bağda, babası İlhan hak iddia ettiğinden aralarında zaten gizliden var
olan uyuşmazlık iyice ayyuka çıktı. Bir bağ bozumu sonrasında, İlhan onu aile
çiftliğinden kovdu. Nezih, çiftliğin aşağısında oturan amcası Orhan’a sığındı.
Orhan’ın evini Nezih’e açmasını kendisine büyük bir saygısızlık olarak gören
İlhan, elini son kez yine kardeş kanına buladı. Orhan, kardeşi İlhan’ın ‘kapını
Nezih’e açarsan seni vururum’ tehdidini ciddiye almamıştı. Son cinayetinde
altmışlı yaşlarında olan İlhan, bu kez girdiği hapishaneden, bir kaç yıl sonra
vücudunun tamamı felçli bir şekilde çıktı.
Hayatının son iki yılını tamamen yatağa bağlı olarak ve karısının
şefkatine ve bakımına muhtaç bir şekilde geçirdi ve bir akşamüstü sessiz
sedasız, bu dünyayı terk etti.
-------------------------------------------------------------
Babasının ölümünün arkasından
Nezih aile evine geri döndü. Ailede
birinci nesilden pek kimse kalmamıştı artık. Amcalarından sadece bir tanesi
hayattaydı. O da aile çiftliğini terk etmiş, yakın köylerden birine yerleşmişti.
Sevim Hanım aynı köyde olmasına rağmen, o kadar acıdan ve ölümlerden sonra aile
çiftliğinin yanından geçmez olmuştu.
Geride sadece kendisi ve kendisinden altı yaş büyük Ayhan kalmıştı.
Onunlada iletişimleri yok denecek kadar azdı. ‘Sağ olsun da, benden uzak olsun’
derdi hep. Nezih’in aile evine geri dönmesine şüpheyle baktı, Sevim Hanım. Niye
gelmişti? İçinden bir şey Nezih’in geri dönmesinin hayırlara alamet olmadığını
söylüyordu. Böyle hissetmesinin haklı nedenleri vardı Sevim Hanım’ın. Nezih’in karısını çocuklarının gözünün önünde
dövdüğünü duymuştu. Daha yeni yetişirken, onu büyüten ninesine el kaldırdığını
görmüştü. Ona ne kadar sen benim tek halamsın deyip, sevgi göstersede, bu aile
erkeklerinin sevgileri ve nefretleri şiddetle eşdeğerdi.
Nezih karısını ve üç kızını aile
çiftliğinin batısındaki, amcasından satın aldığı eve getirdi. Yirmili
yaşlarında olan oğlu Ozan ise İzmir’den köye dönmek istemiyordu. Aralarında ne
geçti, kimsenin bir fikri yoktu ama çok geçmeden oğlanda onlara katıldı. Nezih
çalıştığı fabrikadan emekli olmuştu artık. Geri kalan yıllarını doğup büyüdüğü
aile çiftliğinde, dedesinden ve babasından kalan üzüm bağlarını bakarak
geçirecekti. Nezih bu kararını alırken
ne yetişkin çocuklarına sormuş ne de karısına danışmıştı. Ailenin en büyük
erkeği olarak onun verdiği karar uygulanacaktı.
Köye geldiklerinde ilk önce bağ
işlerine verdiler kendilerini. Kızlar şehirde Lise’ye başladılar. Oğlan
babasına bağ işlerinde yardım etmeye başladı.
Bir zaman sonra, kendisine
ziyarete gelen diğer yeğenlerinin eşlerinden, Nezih’le oğlunun anlaşamadığını
hır gür ettiklerini duydu Sevim Hanım. ‘ Eyvah’ dedi, ‘eyvah, inşallah kimsenin
başını yakmazlar...’ Çok geçmedi, bir gün yüksekçe evinin terasında gün
batımında oturup, ovayı seyrederken, oğlu Asım çıkageldi. ‘ Anne ne
yapıyorsun?’ diyerek, geldi yoldan. Yüzüne bir tebessüm koymaya çalışmasına
rağmen, Sevim hanım, onun bir şeyler gizlemeye çalıştığını bilecek kadar iyi
tanıyordu oğlunu. ‘ Sana bir şey söyleyeceğim ama...’ dedi oğlu, ama sustu.
‘Kötü haber değil mi?’ dedi Sevim Hanım.
‘ Ozan hayatını kaybetmiş’ dedi
oğlu. Arkasını beklermiş gibi dikkatle
oğluna baktı Sevim Hanım. Asım ona
söylemese zaten komşularından duyacaktı. ‘ Nezih Abi, Ozan’ı vurmuş.’ Yüreğinde acının bir yumruğa dönüştüğünü
hissetti Sevim Hanım. Henüz hayatının
ilk yıllarındayken şiddetin kendi ailesinde nasıl doğup, büyüdüğünü, bir nesli
neredeyse yok edip, arkasından gelen kuşağa da geçtiğini görmüştü. Ailesinin
nereden ve nasıl geldiğini bilmiyordu. Küçükken büyüklerinin öte yüzden
geldiklerini anlattıklarını duymuştu. Neresiydi bu öte yüz? Kendi çocuklarından
Elif nedense, onun aile geçmişini merak etmişti bir zamanlar. Soyadlarının ‘
eli bıçak tutan’ anlamına geldiğini söylemişti ona. Neden bu soy adını
almışlardı? Kendi küçüklüğünde başladığını düşündüğü şiddetin, bilinmeyen
geçmişi de mi vardı? Şiddetin son halkası Nezih miydi? Tüm bunlar bir ışık hızıyla geçti kafasından.
Kalktı, beyaz örtüsünü başına geçirip, ‘ Ben aşağıya gidiyorum’ dedi oğluna.
Asım endişelendi, ‘ istersen gitme şimdi yarın gidersin’ dedi usulca. ‘ Gelirim
birazdan, sen merak etme..’ dedi oğluna, onun endişelendiğini sezerek.
Yas evine geldiğinde sessizliğini
sadece bir kez bozdu Sevim Hanım. Sessizce akan göz yaşlarının arasından ‘ Ahhh
Nezih, ahhh.... Bunu da sen mi getirecektin aileye... Kardeş katilliği, eş
katilliği üstüne oğul katilliğini de sen mi getirecektin? Madem öfkene hakim
olamadın, bir kurşunda kendine sıkıp son noktayı niye koyamadın? ‘ sözleri
döküldü dudaklarından.
Nezih ve Sevim Hanım, bir daha
birbirlerini hiç görmediler. Nezih yıllarca hapishanede kaldı, Sevim Hanım’ın
sözleri onun kulağına kadar ulaştı. Sevim Hanım’ın söylediklerini ona
ulaştıranlar, onun söylediklerini Sevim Hanım’a getirdiler. ‘Benim öyle halam
yok, benim geçtiğim yerlerden geçmesin...’
Nezih hapishaneden geldiğinde
Sevim Hanım, yetmişli yaşlarının sonlarındaydı.
Nezih’in köye yeniden gelmesiyle birlikte, taa eskilerden beri zaman
zaman içinde olan ve ona kötü şeyleri haber veren duygu yine ortaya çıkmıştı.
Yazları terasta uyumayı pek seven Sevim Hanım, içeride yatıp, kapısını
kilitlemeye başlamıştı. Hatta Eliz’e
Nezih’in eve gelip ona zarar vereceğinden korktuğunu söylemişti.
Akşamları evde yalnız kalmak istemiyordu.
Sık sık kendisini hasta hisseder olmuştu. ‘ Başımdan kaynar su gibi sımsıcak bir şey dökülüyor,
kendimi boğulacak gibi hissediyorum’ diyordu.
Böyle hissettiği zamanlarda oğlu Asım, kendi evine gitmiyor, onunla
birlikte kalıyordu.
Nezih’in ölümü apansız gelmişti.
Birdenbire sessiz. Hiç kimseye zarar vermeden, hiç kimse de ona zarar vermeden,
öylesine divanında sessizce otururken.
Sevim Hanım’ı aradan geçen bir
kaç gün sürekli aradım. Kendisini bulamadım ama Asım’la konuştum. ‘ İyiyiz’
dedi sakin bir sesle. ‘ Annem ölü evine gidip geliyor. O yüzden evde
değil.’ Ertesi gün yeniden
aradığımda , yaşına göre daha genç çıkan
bir sesle cevap verdi. ‘ Başın sağ olsun. Eliz’den duydum’ dedim, bir solukta
geçeceğini umarak. ‘Ahh’ dedi, ‘ ahh, sende sağ ol yavrum. Ne diyeyim bahtı
karaymış bu çocuğun. Son olsun artık son olsun. Şiddet toprağın altına girsinde
bir daha çıkmasın. Bundan sonra gelenler aklı selim olsunlar...’ Bir an sustuk, arkasından nasıl olduğunu
sordum. ‘ İyiyim’ dedi çocuksu bir sesle, çiçeklerimle uğraşıyorum. Saksılarını değiştiriyorum, bahar geliyor ya,
onlarda değişiklik istiyorlar işte...’ ‘ O zaman seni fazla tutmayayım’dedim,
onun çiçeklerine ne kadar özen gösterdiğini bildiğimden. ‘ İşte böyle, ara dur
beni’ dedi, ‘ kısada olsa sesini duyayım, yeter.’
Ayfer G. Cambier-Tuaran Village,
Sabah, 14-06-14
Comments
Post a Comment